Ayşe Hür
Radikal 04.08.2007

1921 ve 1924 anayasaları gerçek anlamda 'sivil' değildi, çünkü olağanüstü koşulların ürünüydü. Öte yandan bugün 'devletin kuruluş felsefesi'ni kodladığı ileri sürülen 'Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik, sosyal, hukuk devletidir' tanımı tarihsel süreç içinde adım adım şekillenmişti
Osmanlı İmparatorluğu'nda ilk anayasası 1876 tarihli Kanun-i Esasî'dir. Padişah tarafından atanan, iki asker, 16 sivil bürokrat (3'ü Hıristiyan) ve 10 ulemadan oluşan Cemiyet-i Mahsusa isimli bir kurul tarafından hazırlanan Kanun-u Esasî, halkı temsil eden bir kurucu meclis tarafından hazırlanmadığı gibi, bir referandumla da kabul edilmiş değildi. Sonuç olarak, Kanun-i Esasî, hukuki olarak Padişahın tek yanlı bir işleminden doğmuş bir fermandı. Ancak Halife-Padişahın sonsuz olan yetkilerini sınırlamak yerine pekiştirmesine, devletin bir monarşi olduğunu, dininin İslâm olduğunu, resmi dilinin Türkçe olduğunu ilan ederek bir anlamda fiili durumu onaylamaktan öteye gitmemesine rağmen, Müslüman olsun gayrimüslim olsun tüm tebaanın temel hak ve özgürlüklerini düzenlediği; yargı yetkisini bağımsız mahkemelere devrettiği ve iki kamaralı bir parlamento kurulmasını mümkün kıldığı için demokrasiye doğru atılmış büyük bir adımdı. Ancak ömrü çok kısa oldu ve ilk meclisin 13 Şubat 1878 tarihinde II. Abdühamid tarafından kapatılması üzerine 30 yıl süreyle askıya alındı.
1908'de Meşrutiyet'in tekrar ilanından sonra bazı hukukçuların '1909 Kanun-i Esasîsi' adını verdikleri değişiklikler ile parlamenter sisteme biraz daha yaklaşıldı ancak bu da uzun sürmedi. İstanbul'un İtilaf Güçleri tarafından işgalinin ardından son Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nın Damat Ferit Paşa hükümeti tarafından 11 Nisan 1920'de feshedilmesinden sonra Anadolu ve Trakya'daki iktidar boşluğunu doldurma işi, önce 'milli iradeyi temsil etme' iddiasındaki kongrelere sonra da Büyük Millet Meclisi'ne kalmıştı.
1921 Anayasası
Mustafa Kemal'in kafasında BMM'yi 'kurucu meclis' gibi çalıştırma fikrinin olduğunu gösteren girişimlerden biri 5 Eylül 1920 tarihli Nisab-ı Müzakere Kanunu'dur. Buna göre 66 livadan beşer mebus hesabı ile meclisin üye sayısı 330 kabul ediliyor bunun yarısından bir fazla olan 165 toplantı yeter sayısı, bunun yarısından bir fazlası olan 83 ise karar yeter sayısı kabul edildi. Kanunun 1. Maddesi'nde ise "Büyük Millet Meclisi, Hilafet ve Saltanatın, Vatan ve Milletin istihlas ve istiklâlinden ibaret olan gayesinin husulüne kadar şeraiti atiye (ileriki koşullar) dairesinde müstemirren inikad eder (sürekli toplanır)" deniyordu.
Nitekim, 18 Eylül 1920 günü Mustafa Kemal'in Meclis'e sunduğu 'Halkçılık Programı' üzerine yürütülen uzun ve ateşli tartışmalardan sonra ortaya çıkan 23 asıl madde ve "Meclis'in sürekli toplantı halinde" olmasına dair bir geçici maddeden oluşan Teşkilat-ı Esâsiye Kanunu, 20 Ocak 1921'de teamüllere aykırı biçimde, üçte iki çoğunluk ve açık oyla değil, salt çoğunluk ve işaret oyuyla kabul edildi.
1876 Anayasası 'Kanun-i Esasî' adını taşırken, yeni kanunun 'Teşkilat-ı Esasîye' adını taşımasına bakılırsa, Mustafa Kemal'in hedefi, yeni devletin temellerini tarif etmek değil, kuruluş/geçiş döneminin esaslarını belirlemekti. Ancak yeni anayasa, 1876 Anayasası'nı ortadan kaldırdığını belirtmediği için ortaya ikili bir sistem çıkmıştı. Yani bir yandan Halife-Padişahın yetkesi tanınmış oluyordu, bir yandan ona karşı yeni bir devlet örgütleniyordu. Öte yandan, 1876 Anayasası'ndan ayrılan en önemli hususlardan biri olan ve 1. Madde'de tanımlanan "Hâkimiyet bilakaydüşart [kayıtsız şartsız] milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir [dayanır]" ilkesi, 1876 Anayasası'ndan ayrılan en önemli yan olmasına rağmen, halkın kaderini 'bizzat ve bilfiil' idare etmesine atıfta bulunulduğu halde referandum hakkı veya halkın kanun teklifi vermesi gibi uygulamaların kabul edilmemesi ve 'iki dereceli' seçimler yüzünden, bu ilke kâğıt üzerinde kalmaya mahkûmdu.
2. Madde'de "icra kudreti ve teşri selâhiyeti milletin yegâne ve hakiki mümessili olan Büyük Millet Meclisi'nde tecelli ve temerküz eder" denilerek 'kuvvetler birliği' ilkesi açıkça ilan edilirken, 3. Madde'de "Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti Büyük Millet Meclisi Hükümeti unvanını taşır" denilerek bu durum iyice perçinleniyordu. Nitekim, Milli Mücadele boyunca cephede çarpışan ordular 'Büyük Millet Meclisi Hükümeti Orduları' adıyla anılırken, Birinci Meclis tarafından kabul edilen kanunların hepsinde "işbu kanunun icrasında BMM memurdur" ibaresi yer alarak, Meclis aynı zamanda yasaların yürütülmesi yetkisini de elinde tuttuğunu gösterdi. Yargı erkinden ve temel hak ve özgürlüklerden söz edilmemesi, buna karşılık 29 Nisan 1920 tarihli Hıyanet-i Vataniye Kanunu'na göre kararlar alan İstiklal Mahkemeleri'nin faaliyetlerine tüm hızıyla devam etmesi gibi hususları da ekleyince, 1924 Anayasa görüşmeleri sırasında Kars mebusu ve Matbuat Müdürü Ağaoğlu Ahmet Bey'in dediği gibi, 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, "Meclis'e diktatörlük hukukunu vermiş, hatta bu hukuku bizzat kendisi ilan etmişti".
1 Kasım 1922'de, Nisâb-ı Müzakere Kanunu'nda "kurtarılması" hedeflenen kurumlardan biri olan Saltanatın, bir kanunla bile değil, sadece bir Heyet-i Umumiye Kararı ile kaldırılmasından sonra olaylar hızla gelişti ve 6 Aralık 1922'de Halk Fırkası adı altında bir parti kuracağını açıklayan Mustafa Kemal, Meclis'te kendisini sıkıştıran İkinci Grup muhaliflerinden kurtulmak için, "gayenin husule geldiğini" ilan ederek başında bulunduğu Birinci Grubun oyları ile 1 Nisan 1923'te seçimlerin yenilenmesi kararını aldırdı. Üstelik bu karar, anayasanın emrettiği gibi üçte iki çoğunluk aranmadan, salt çoğunluk ile alınmıştı.
1924 Anayasası
Seçimler İkinci Grubun tasfiyesi ile sonuçlandı. 11 Ağustos 1923'te açılan yeni Meclis'in ilk işi, Ankara'yı başkent yapmak ve Cumhuriyet'i ilan etmek oldu. Cumhuriyet'in ilanına dair değişiklik, anayasal nitelikte olduğu halde, yine üçte iki çoğunlukla değil, 158 oyla yapılmıştı. Bu arada Cumhuriyet'in sadece devletin değil hükümetin de şekli olduğuna dair ideolojik bir vurgu yapılmıştı. Aynı tarihte yapılan değişiklikler arasında, Cumhurbaşkanı'nın Meclis'e başkanlık etmesi, Başvekilin Cumhurbaşkanı tarafından seçilmesi ve Başvekilin diğer vekilleri seçip Cumhurbaşkanının onayına sunması da vardı. Böylece 'kuvvetler birliği' ve 'meclis hükümeti' sistemi iyice pekiştirilmiş oluyordu. Kanunda yapılan son değişiklikler ise, 1876 Anayasası'nda da olan "Devletin dini, Din-i İslâmdır" hükmü ile "Resmi lisanı Türkçe'dir" hükümleri idi.
Bu tarihten sonra hızla yeni anayasa hazırlıklarına geçildi. Ancak, anayasa görüşmeleri, Mustafa Kemal ile Mustafa Kemal'in 'diktatörlük eğilimleri' taşıdığını düşünen muhalif kanat arasında siyasi hesaplaşmaya dönüştü. Cumhurbaşkanının tatilde olan Meclis'i toplantıya çağırması, genel seçimlere gitmek üzere Meclis'i feshetmesi, Meclisçe kabul edilen yasaları veto etmesi ve kanunları bir kez daha görüşülmek üzere Meclis'e geri göndermesi usulleri konusunda çok sıkı bir muhalefet yapıldı ve Cumhurbaşkanı'nın bu konulardaki yetkileri sınırlandı. Örneğin veto konusu tam üç kez oylanmış, ama Mustafa Kemal'in istediği değişikliklerin lehine olan oy sayısı 71'i aşamamıştı. Cumhurbaşkanı'nın 7 yıllık süre için seçilmesi de kabul edilmemiş ve süre bir seçim dönemi (4 yıl) ile sınırlı tutulmuştu. Bu tartışmalardan sonra kanun, toplantı yeter sayısı olan "üye tam sayısının salt çoğunluğun üçte ikisinin oyu ile" kabul edildi. (287 üyeli İkinci Meclis'in toplantı yeter sayısı 145, karar yeter sayısı 96 idi.) Yeni anayasada, 1876 ve 1921 anayasaların geçersiz olduğu açıkça belirtildiği için "ikili anayasal düzen" son buldu.
Yeni anayasanın 'milli egemenlik' konusundaki maddesi bir önceki ile aynı şekilde düzenlenmişti. Dolayısıyla, 'milli egemenlik' pratiğe, Meclis'e hâkim olan Cumhuriyet Halk Fırkası/Partisi'nin egemenliği olarak geçti. Meclis, sahip olduğu yürütme kuvvetini bizzat değil, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu marifetiyle kullanabildiği için bir önceki anayasanın ruhunu oluşturan 'kuvvetler birliği' ilkesi korunurken 'görevler ayrılığı' ilkesine doğru bir yöneliş vardı. Bu melez yapı, rejimi başkanlık sistemine çekmek isteyen Mustafa Kemal ile, kendi gücünü artırmak isteyen Meclis arasındaki mücadeleden doğmuşa benziyordu.
Yeni anayasanın değiştirilmeyecek tek maddesi, devlet şeklinin Cumhuriyet olduğuna dair 1. madde idi. Ancak diğer maddelere dair değişiklik tekliflerinin, Meclis üye tamsayısının üçte biri tarafından imzalanması ve üye tam sayısının üçte ikisi tarafından kabul edilmesi şartı konulduğu için 'katı' bir anayasa idi.
'Türklük' tartışması
Anayasanın "Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla 'Türk' ıtlak olunur" diyen 88. maddesinin kabulü sırasında Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Bey'in Yahudilerin, Ermenilerin ve Rumların Türkiye'nin dilini ve kültürünü benimseyene kadar Türk milletinin parçası sayılmasına karşı çıkması ile Celal Nuri (İleri) Bey'in sadece Türkçe konuşan Hanefi Müslümanları gerçek Türk vatandaşı sayması, yani çoğu Şafii olan ve Türkçe konuşamayan Kürtlerin Türk vatandaşı olmadığını ima etmesi büyük gerginliklere yol açtı. Nitekim, bazı çevrelerde günümüze kadar süren Türk-Kürt çatışmasının tohumlarının bu madde ile atıldığı iddia edildi.
Eski anayasalardan farklı diğer yan, 103. maddede yer alan 'anayasanın üstünlüğü' ilkesi idi. Ancak, kanunların Teşkilât-ı Esasîye Kanunu'na uygunluğunu denetleyecek bir Anayasa Mahkemesi kurulmadığı için bu ilke kâğıt üstünde kaldı. Altı fasıldan oluşan anayasanın Dördüncü faslı, 'yargı kuvveti'ne ayrılmış olduğu için yargının konumu yükselmiş gibi görünse de, yeni anayasanın sağladığı güvenceler 1876 tarihli Kanun-i Esasî'den çok geriydi.
Aynı şekilde, temel hak ve hürriyetlerin felsefî kökeni ve sınırları konusunda, 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi'nden aynen alınmışa benzeyen bölümler ile gayet etkileyiciydi ancak, birçok temel hak ve özgürlüğün anayasada sadece isminin olması; temel hak ve hürriyetlerin hangi hallerde ve hangi ölçütlere uyularak sınırlandırılacağı hususunun anayasada düzenlenmemesi; üstelik pek çok temel hak ve hürriyetin 'kanun dairesinde' tanınması, yani daha baştan sınırlanması gibi hususlar yüzünden laftan ibaret kaldı. Bu arada siyasi partilerden, ekonomik ve sosyal haklardan söz bile edilmiyordu.
CHP'nin 'altı umde'si
10 Nisan 1928'de, 3. maddedeki "Devletin dini Din-i İslamdır" ibaresi ile 26. maddede geçen "ahkâm-ı şeriye hükümleri" ifadesi kaldırıldı. 16. maddedeki milletvekili yemininin sonundaki 'vallahi' kelimesi "namusum üzerine söz veririm" şeklinde değiştirildi, dolayısıyla laiklik yolundaki yönelim belirginleşti. 5 Aralık 1934'te, seçme ve seçilme hakkına dair maddelerde lehte değişiklik yapıldı. 5 Şubat 1937'de yapılan değişiklikler arasında en önemlisi ise 3. maddeye "Türkiye Devleti, cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik ve inkılâpçıdır..." ifadesinin eklenmesi, yani CHP'nin 'altı umde' sinin anayasaya girmesi oldu. Böylece hem anayasaya ideolojik bir takviye yapılmış, hem de laiklik tercihi netleşmişti. Son değişiklik 1945'te anayasanın dilinin sadeleştirilmesi oldu ama 1952'de eski metne dönüldü.
Bu tarihçeden görüleceği gibi 1921 ve 1924 anayasaları gerçek anlamda 'sivil' anayasalar değildi, çünkü olağanüstü koşulların ürünüydü. Öte yandan bugün 'devletin kuruluş felsefesi'ni kodladığı ileri sürülen "Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik, sosyal, hukuk devletidir" tanımı tarihsel süreç içinde adım adım şekillenmişti. Dahası, karizmatik lider Mustafa Kemal'in CHF teşkilatı yoluyla Meclis üzerinde kurduğu mutlak otorite yüzünden her iki anayasa da kâğıt üzerinde kalmış ve antidemokratik tek parti rejimi 1946'ya kadar sürmüştü.
'Kuvvetler ayrılığı' ilkesine dayanan ve 'özgürlükçü' 1961 Anayasası da darbe koşullarında ortaya çıktığı için 'sivil' değildi. 1982 Anayasası düpedüz 'askeri' bir anayasaydı. Kısacası Türkiye tam 84 yıldır olağanüstü koşulların dikte ettirdiği anayasalar ile idare ediliyor. Dileriz, Cumhuriyet'in 85. yılını 'sivil' bir anayasa ile kutlarız...
Özet Kaynakça: Kemal Gözler, Türk Anayasa Hukuku (Bursa, Ekin Kitabevi, 2000), Faruk Alpkaya, Türkiye Cumhuriyeti'nin Kuruluşu (İstanbul, İletişim, 1998), Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri (1789-1980), (İstanbul, Der Yayınları, 1995)
Radikal 04.08.2007

Osmanlı İmparatorluğu'nda ilk anayasası 1876 tarihli Kanun-i Esasî'dir. Padişah tarafından atanan, iki asker, 16 sivil bürokrat (3'ü Hıristiyan) ve 10 ulemadan oluşan Cemiyet-i Mahsusa isimli bir kurul tarafından hazırlanan Kanun-u Esasî, halkı temsil eden bir kurucu meclis tarafından hazırlanmadığı gibi, bir referandumla da kabul edilmiş değildi. Sonuç olarak, Kanun-i Esasî, hukuki olarak Padişahın tek yanlı bir işleminden doğmuş bir fermandı. Ancak Halife-Padişahın sonsuz olan yetkilerini sınırlamak yerine pekiştirmesine, devletin bir monarşi olduğunu, dininin İslâm olduğunu, resmi dilinin Türkçe olduğunu ilan ederek bir anlamda fiili durumu onaylamaktan öteye gitmemesine rağmen, Müslüman olsun gayrimüslim olsun tüm tebaanın temel hak ve özgürlüklerini düzenlediği; yargı yetkisini bağımsız mahkemelere devrettiği ve iki kamaralı bir parlamento kurulmasını mümkün kıldığı için demokrasiye doğru atılmış büyük bir adımdı. Ancak ömrü çok kısa oldu ve ilk meclisin 13 Şubat 1878 tarihinde II. Abdühamid tarafından kapatılması üzerine 30 yıl süreyle askıya alındı.
1908'de Meşrutiyet'in tekrar ilanından sonra bazı hukukçuların '1909 Kanun-i Esasîsi' adını verdikleri değişiklikler ile parlamenter sisteme biraz daha yaklaşıldı ancak bu da uzun sürmedi. İstanbul'un İtilaf Güçleri tarafından işgalinin ardından son Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nın Damat Ferit Paşa hükümeti tarafından 11 Nisan 1920'de feshedilmesinden sonra Anadolu ve Trakya'daki iktidar boşluğunu doldurma işi, önce 'milli iradeyi temsil etme' iddiasındaki kongrelere sonra da Büyük Millet Meclisi'ne kalmıştı.
1921 Anayasası
Mustafa Kemal'in kafasında BMM'yi 'kurucu meclis' gibi çalıştırma fikrinin olduğunu gösteren girişimlerden biri 5 Eylül 1920 tarihli Nisab-ı Müzakere Kanunu'dur. Buna göre 66 livadan beşer mebus hesabı ile meclisin üye sayısı 330 kabul ediliyor bunun yarısından bir fazla olan 165 toplantı yeter sayısı, bunun yarısından bir fazlası olan 83 ise karar yeter sayısı kabul edildi. Kanunun 1. Maddesi'nde ise "Büyük Millet Meclisi, Hilafet ve Saltanatın, Vatan ve Milletin istihlas ve istiklâlinden ibaret olan gayesinin husulüne kadar şeraiti atiye (ileriki koşullar) dairesinde müstemirren inikad eder (sürekli toplanır)" deniyordu.
Nitekim, 18 Eylül 1920 günü Mustafa Kemal'in Meclis'e sunduğu 'Halkçılık Programı' üzerine yürütülen uzun ve ateşli tartışmalardan sonra ortaya çıkan 23 asıl madde ve "Meclis'in sürekli toplantı halinde" olmasına dair bir geçici maddeden oluşan Teşkilat-ı Esâsiye Kanunu, 20 Ocak 1921'de teamüllere aykırı biçimde, üçte iki çoğunluk ve açık oyla değil, salt çoğunluk ve işaret oyuyla kabul edildi.
1876 Anayasası 'Kanun-i Esasî' adını taşırken, yeni kanunun 'Teşkilat-ı Esasîye' adını taşımasına bakılırsa, Mustafa Kemal'in hedefi, yeni devletin temellerini tarif etmek değil, kuruluş/geçiş döneminin esaslarını belirlemekti. Ancak yeni anayasa, 1876 Anayasası'nı ortadan kaldırdığını belirtmediği için ortaya ikili bir sistem çıkmıştı. Yani bir yandan Halife-Padişahın yetkesi tanınmış oluyordu, bir yandan ona karşı yeni bir devlet örgütleniyordu. Öte yandan, 1876 Anayasası'ndan ayrılan en önemli hususlardan biri olan ve 1. Madde'de tanımlanan "Hâkimiyet bilakaydüşart [kayıtsız şartsız] milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir [dayanır]" ilkesi, 1876 Anayasası'ndan ayrılan en önemli yan olmasına rağmen, halkın kaderini 'bizzat ve bilfiil' idare etmesine atıfta bulunulduğu halde referandum hakkı veya halkın kanun teklifi vermesi gibi uygulamaların kabul edilmemesi ve 'iki dereceli' seçimler yüzünden, bu ilke kâğıt üzerinde kalmaya mahkûmdu.
2. Madde'de "icra kudreti ve teşri selâhiyeti milletin yegâne ve hakiki mümessili olan Büyük Millet Meclisi'nde tecelli ve temerküz eder" denilerek 'kuvvetler birliği' ilkesi açıkça ilan edilirken, 3. Madde'de "Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti Büyük Millet Meclisi Hükümeti unvanını taşır" denilerek bu durum iyice perçinleniyordu. Nitekim, Milli Mücadele boyunca cephede çarpışan ordular 'Büyük Millet Meclisi Hükümeti Orduları' adıyla anılırken, Birinci Meclis tarafından kabul edilen kanunların hepsinde "işbu kanunun icrasında BMM memurdur" ibaresi yer alarak, Meclis aynı zamanda yasaların yürütülmesi yetkisini de elinde tuttuğunu gösterdi. Yargı erkinden ve temel hak ve özgürlüklerden söz edilmemesi, buna karşılık 29 Nisan 1920 tarihli Hıyanet-i Vataniye Kanunu'na göre kararlar alan İstiklal Mahkemeleri'nin faaliyetlerine tüm hızıyla devam etmesi gibi hususları da ekleyince, 1924 Anayasa görüşmeleri sırasında Kars mebusu ve Matbuat Müdürü Ağaoğlu Ahmet Bey'in dediği gibi, 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, "Meclis'e diktatörlük hukukunu vermiş, hatta bu hukuku bizzat kendisi ilan etmişti".
1 Kasım 1922'de, Nisâb-ı Müzakere Kanunu'nda "kurtarılması" hedeflenen kurumlardan biri olan Saltanatın, bir kanunla bile değil, sadece bir Heyet-i Umumiye Kararı ile kaldırılmasından sonra olaylar hızla gelişti ve 6 Aralık 1922'de Halk Fırkası adı altında bir parti kuracağını açıklayan Mustafa Kemal, Meclis'te kendisini sıkıştıran İkinci Grup muhaliflerinden kurtulmak için, "gayenin husule geldiğini" ilan ederek başında bulunduğu Birinci Grubun oyları ile 1 Nisan 1923'te seçimlerin yenilenmesi kararını aldırdı. Üstelik bu karar, anayasanın emrettiği gibi üçte iki çoğunluk aranmadan, salt çoğunluk ile alınmıştı.
1924 Anayasası
Seçimler İkinci Grubun tasfiyesi ile sonuçlandı. 11 Ağustos 1923'te açılan yeni Meclis'in ilk işi, Ankara'yı başkent yapmak ve Cumhuriyet'i ilan etmek oldu. Cumhuriyet'in ilanına dair değişiklik, anayasal nitelikte olduğu halde, yine üçte iki çoğunlukla değil, 158 oyla yapılmıştı. Bu arada Cumhuriyet'in sadece devletin değil hükümetin de şekli olduğuna dair ideolojik bir vurgu yapılmıştı. Aynı tarihte yapılan değişiklikler arasında, Cumhurbaşkanı'nın Meclis'e başkanlık etmesi, Başvekilin Cumhurbaşkanı tarafından seçilmesi ve Başvekilin diğer vekilleri seçip Cumhurbaşkanının onayına sunması da vardı. Böylece 'kuvvetler birliği' ve 'meclis hükümeti' sistemi iyice pekiştirilmiş oluyordu. Kanunda yapılan son değişiklikler ise, 1876 Anayasası'nda da olan "Devletin dini, Din-i İslâmdır" hükmü ile "Resmi lisanı Türkçe'dir" hükümleri idi.
Bu tarihten sonra hızla yeni anayasa hazırlıklarına geçildi. Ancak, anayasa görüşmeleri, Mustafa Kemal ile Mustafa Kemal'in 'diktatörlük eğilimleri' taşıdığını düşünen muhalif kanat arasında siyasi hesaplaşmaya dönüştü. Cumhurbaşkanının tatilde olan Meclis'i toplantıya çağırması, genel seçimlere gitmek üzere Meclis'i feshetmesi, Meclisçe kabul edilen yasaları veto etmesi ve kanunları bir kez daha görüşülmek üzere Meclis'e geri göndermesi usulleri konusunda çok sıkı bir muhalefet yapıldı ve Cumhurbaşkanı'nın bu konulardaki yetkileri sınırlandı. Örneğin veto konusu tam üç kez oylanmış, ama Mustafa Kemal'in istediği değişikliklerin lehine olan oy sayısı 71'i aşamamıştı. Cumhurbaşkanı'nın 7 yıllık süre için seçilmesi de kabul edilmemiş ve süre bir seçim dönemi (4 yıl) ile sınırlı tutulmuştu. Bu tartışmalardan sonra kanun, toplantı yeter sayısı olan "üye tam sayısının salt çoğunluğun üçte ikisinin oyu ile" kabul edildi. (287 üyeli İkinci Meclis'in toplantı yeter sayısı 145, karar yeter sayısı 96 idi.) Yeni anayasada, 1876 ve 1921 anayasaların geçersiz olduğu açıkça belirtildiği için "ikili anayasal düzen" son buldu.
Yeni anayasanın 'milli egemenlik' konusundaki maddesi bir önceki ile aynı şekilde düzenlenmişti. Dolayısıyla, 'milli egemenlik' pratiğe, Meclis'e hâkim olan Cumhuriyet Halk Fırkası/Partisi'nin egemenliği olarak geçti. Meclis, sahip olduğu yürütme kuvvetini bizzat değil, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu marifetiyle kullanabildiği için bir önceki anayasanın ruhunu oluşturan 'kuvvetler birliği' ilkesi korunurken 'görevler ayrılığı' ilkesine doğru bir yöneliş vardı. Bu melez yapı, rejimi başkanlık sistemine çekmek isteyen Mustafa Kemal ile, kendi gücünü artırmak isteyen Meclis arasındaki mücadeleden doğmuşa benziyordu.
Yeni anayasanın değiştirilmeyecek tek maddesi, devlet şeklinin Cumhuriyet olduğuna dair 1. madde idi. Ancak diğer maddelere dair değişiklik tekliflerinin, Meclis üye tamsayısının üçte biri tarafından imzalanması ve üye tam sayısının üçte ikisi tarafından kabul edilmesi şartı konulduğu için 'katı' bir anayasa idi.
'Türklük' tartışması
Anayasanın "Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla 'Türk' ıtlak olunur" diyen 88. maddesinin kabulü sırasında Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Bey'in Yahudilerin, Ermenilerin ve Rumların Türkiye'nin dilini ve kültürünü benimseyene kadar Türk milletinin parçası sayılmasına karşı çıkması ile Celal Nuri (İleri) Bey'in sadece Türkçe konuşan Hanefi Müslümanları gerçek Türk vatandaşı sayması, yani çoğu Şafii olan ve Türkçe konuşamayan Kürtlerin Türk vatandaşı olmadığını ima etmesi büyük gerginliklere yol açtı. Nitekim, bazı çevrelerde günümüze kadar süren Türk-Kürt çatışmasının tohumlarının bu madde ile atıldığı iddia edildi.
Eski anayasalardan farklı diğer yan, 103. maddede yer alan 'anayasanın üstünlüğü' ilkesi idi. Ancak, kanunların Teşkilât-ı Esasîye Kanunu'na uygunluğunu denetleyecek bir Anayasa Mahkemesi kurulmadığı için bu ilke kâğıt üstünde kaldı. Altı fasıldan oluşan anayasanın Dördüncü faslı, 'yargı kuvveti'ne ayrılmış olduğu için yargının konumu yükselmiş gibi görünse de, yeni anayasanın sağladığı güvenceler 1876 tarihli Kanun-i Esasî'den çok geriydi.
Aynı şekilde, temel hak ve hürriyetlerin felsefî kökeni ve sınırları konusunda, 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi'nden aynen alınmışa benzeyen bölümler ile gayet etkileyiciydi ancak, birçok temel hak ve özgürlüğün anayasada sadece isminin olması; temel hak ve hürriyetlerin hangi hallerde ve hangi ölçütlere uyularak sınırlandırılacağı hususunun anayasada düzenlenmemesi; üstelik pek çok temel hak ve hürriyetin 'kanun dairesinde' tanınması, yani daha baştan sınırlanması gibi hususlar yüzünden laftan ibaret kaldı. Bu arada siyasi partilerden, ekonomik ve sosyal haklardan söz bile edilmiyordu.
CHP'nin 'altı umde'si
10 Nisan 1928'de, 3. maddedeki "Devletin dini Din-i İslamdır" ibaresi ile 26. maddede geçen "ahkâm-ı şeriye hükümleri" ifadesi kaldırıldı. 16. maddedeki milletvekili yemininin sonundaki 'vallahi' kelimesi "namusum üzerine söz veririm" şeklinde değiştirildi, dolayısıyla laiklik yolundaki yönelim belirginleşti. 5 Aralık 1934'te, seçme ve seçilme hakkına dair maddelerde lehte değişiklik yapıldı. 5 Şubat 1937'de yapılan değişiklikler arasında en önemlisi ise 3. maddeye "Türkiye Devleti, cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik ve inkılâpçıdır..." ifadesinin eklenmesi, yani CHP'nin 'altı umde' sinin anayasaya girmesi oldu. Böylece hem anayasaya ideolojik bir takviye yapılmış, hem de laiklik tercihi netleşmişti. Son değişiklik 1945'te anayasanın dilinin sadeleştirilmesi oldu ama 1952'de eski metne dönüldü.
Bu tarihçeden görüleceği gibi 1921 ve 1924 anayasaları gerçek anlamda 'sivil' anayasalar değildi, çünkü olağanüstü koşulların ürünüydü. Öte yandan bugün 'devletin kuruluş felsefesi'ni kodladığı ileri sürülen "Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik, sosyal, hukuk devletidir" tanımı tarihsel süreç içinde adım adım şekillenmişti. Dahası, karizmatik lider Mustafa Kemal'in CHF teşkilatı yoluyla Meclis üzerinde kurduğu mutlak otorite yüzünden her iki anayasa da kâğıt üzerinde kalmış ve antidemokratik tek parti rejimi 1946'ya kadar sürmüştü.
'Kuvvetler ayrılığı' ilkesine dayanan ve 'özgürlükçü' 1961 Anayasası da darbe koşullarında ortaya çıktığı için 'sivil' değildi. 1982 Anayasası düpedüz 'askeri' bir anayasaydı. Kısacası Türkiye tam 84 yıldır olağanüstü koşulların dikte ettirdiği anayasalar ile idare ediliyor. Dileriz, Cumhuriyet'in 85. yılını 'sivil' bir anayasa ile kutlarız...
Özet Kaynakça: Kemal Gözler, Türk Anayasa Hukuku (Bursa, Ekin Kitabevi, 2000), Faruk Alpkaya, Türkiye Cumhuriyeti'nin Kuruluşu (İstanbul, İletişim, 1998), Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri (1789-1980), (İstanbul, Der Yayınları, 1995)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder