Bugün içinde yaşadığımız toplumun sorunlarını anlayabilmek ve bu sorunların kökenlerini kavrayabilmek için yakın Türkiye tarihi okuması fikriyle yola çıktık.

Düşüncelerimizi ve eylemlerimizi şekillendiren hakim anlatıları sorgulamak istiyoruz. Bu anlatılar hakkında farkındalık kazanmak ve böylece kendimize yeni bir ifade alanı yaratmak için tartışıyoruz, okuyoruz ve biraradayız.

Bizler hem kendi coğrafyamızda hem de dünyada varolan adaletsizliklere karşı sorumluluk duyuyor ve yaşamlarımızı bu bilinçle şekillendirmeye çalışıyoruz. Bu çabamızı paylaşmak ve bizimle benzer kaygıları olan insanlarla birarada olmak istiyoruz.

2 Şubat 2008 Cumartesi

Anayasa LGBTT Komisyonu Basin Aciklamasi

OZGURLUK VE ESITLIK HERKES ICIN; ESCINSELLER HARIC…
Ozgurluk ve esitlik herkes icin olacaksa CINSEL YONELIM AYRIMCILIGI ortadan kaldirilmali ve temel insan haklarindan olan escinsel haklari taninmalidir. AKP, ozgurluk ve esitlik icin 22. yuzyili beklemelerini soyleyerek, escinsellerin temel insan haklarini gasp etmektedir.TBMM Anayasa Komisyonu Baskani AKP’li Burhan Kuzu’nun, anayasal esitlik ve ozgurluk taleplerini birbirine sart kosarak haklar hiyerarsisi dayatmasini escinsel orgutleri olarak kabul etmiyoruz!Hukumet once, “toplumun her kesimini kapsayan bir anayasa” yapacagini ilan etti. Ardindan, Anayasa onerisinin Meclis’e sunulmasi oncesinde, “toplumun tum kesiminden saglanacak katkilari” beklediklerini acikladi.Escinseller olarak bizler de hazirlanmakta olan ‘Sivil Anayasa’nin taraflarindan biri olacagimizdan Sivil Anayasa hazirlik surecini takip ettik. Uygulamada tarafi olacagimiz anayasanin escinsel realitesini taniyacak sekilde “esitlik” ilkesine “cinsel yonelim” ile “cinsiyet kimligi” ibarelerinin eklenmesini escinsel orgutleri olarak istedik.Cumhurbaskanligi, talebimizin kendilerine ulastigini bildirdigi halde, Basbakanlik ve Anayasa Komisyonu Baskanligi toplumsal bir katki olarak sundugumuz taleplerimizin kendilerine ulastigina dair bir geri bildirimde bulunmadi. AK Parti’nin ayrimci politikasi aydinlandiBugun TBMM Anayasa Komisyonu Baskani Burhan Kuzu’nun Milliyet gazetesinde yayimlanan “Escinseller de esitlik istiyor, verecek miyiz? Tabii ki vermeyecegiz!” aciklamasi Hukumetin escinsellerin taleplerini gormezden gelen ayrimci politikasini da dogruluyor. Hukumet, AB reformlari ve son donem ‘Sivil Anayasa’ tartismalari surecinde, escinsellere karsi, en azindan nefret soylemi uretip yaymiyor gorunuyordu. Bugun ise hukumet sozculerinin yaptiklari aciklamalar, simdiye kadar surdurulen sessizligin escinselleri inkârdan kaynaklandigini gostermis oluyor. Basbakan Recep Tayyip Erdogan’in, yine icinde bulundugumuz donemde yapmis oldugu, “Bati’dan ahlaksizlik aldik” aciklamasi da escinseller olarak kaygilarimizi iyice arttiriyor.Escinsellik suc olmadigi halde yillarca “suclu” muamelesi gorduk. Sirf cinsel yonelimimizden dolayi kadin ve erkek escinseller olarak temel insan haklarindan mahrum birakildik ve her turlu ayrimciliga maruz kaldik. Sirf escinsel oldugumuz icin ifade ve orgutlenme hurriyetlerimiz “genel ahlak” ablukasi ile kusatildi. Baskilandik, engellendik, dergilerimize, derneklerimize dava acildi, engellemeler ve davalarimiz halen suruyor.Sirf cinsel yonelim ve cinsiyet kimliklerimizden dolayi ise alinmiyor, calistigimiz islerden atiliyor, mesleklerimizden men ediliyoruz.Sirf escinsel oldugumuz icin egitim hakkimiz engelleniyor. Sirf escinsel oldugumuz icin yasam hakkimiz gasp ediliyor, siddete maruz kaliyoruz, olduruluyoruz. Escinsel oldurdukleri icin mahkemeler katillerimize ceza indirimi sunuyorlar.Cok merak ediyoruz: ‘Escinsel’ dendiginde Sayin Kuzu’nun kafasinda acaba ne canlaniyor ve hukumetin, cinsel yonelim ayrimciligini savunmasindan ve surdurmesinden ne gibi bir politik cikar bekliyor? Esitlik icin yuz yil beklemeyecegizEscinsellerin anayasal esitlik ve ozgurluk talepleri, onyargilara kurban edilecek fanteziler degildir. Escinsel kadinlar ve erkekler olarak yasam hakki, calisma hakki, egitim, ifade ve orgutlenme haklarimizin ihlal edilmemesini ve yasal guvence altina alinmasini istiyoruz. Sirf cinsel yonelimimizden dolayi en temel insan haklarindan mahrum birakilmayi kabul etmeyecek ve esitlik icin 22. yuzyili beklemeyecegiz.Anayasa LGBTT (Lezbiyen, Gey, Biseksuel, Travesti, Transekuel) Komisyonu olarak, Turkiye Cumhuriyeti' nin anayasasinin tum vatandaslarinin insan haklarini koruyan ve tum ayrimciliklari onleyen maddeleri icerecek sekilde duzenlenmesini onemsedigimizi ve talep ettigimizi bir kez daha hatirlatiriz. Sivil Anayasa’da, “esitlik”i duzenleyen maddeye, “cinsiyet”in ardindan “cinsel yonelim” ve “cinsiyet kimligi” ibareleri eklenmelidir.
Anayasa LGBTT Komisyonu

devamı...

28 Kasım 2007 Çarşamba

"Vazife ve Salahiyet"le Gelen Polis Şiddeti

Polisin yetkilerini artıran değişikliğin gündeme gelmesinden beri, 20'den fazla polis şiddeti vakası kamuoyunun gündemine geldi. Sonuç: İşkence, ölüm, yaralanma, ruhsal travma.

BİA Haber Merkezi - İstanbul

27 Kasım 2007, Salı


Hükümetin polislerin yetkilerini insan hakları ihlallerine zemin hazırlayan şekilde değiştirmeyi gündeme almasından bu yana, polislerin fiziksel şiddet kullanımı arttı.

Polis Vazife ve Salahiyet Yasası'ndaki (PVSK) değişiklik haziranda yürürlüğe girince, polislerin istediğini durdurup kimlik sorma, zor kullanmaya ve kuvvetin derecesini kendi belirleme yetkileri yasalaşmış oldu.

Fiziksel şiddet vakalarının çoğu da bu tür olaylarla meydana geldi. İnsan hakları savunucuları değişiklikle fiziksel şiddetin, işkencenin, gözaltında ölümlerin ve yargısız infazların artabileceğini hükümete her defasında bildirmiş, uyarmıştı. Hâlâ bu yetkilerin geri alınması gerektiğini vurguluyorlar.

1 Mayıs'tan beri polis şiddeti vakaları
24 Kasım: İzmir'de polisin dur ihtarına uymadı, barikatta durmadı diyerek ateş açtığı arabayı kullanan 20 yaşındaki Baran Tursun, kafatasına giren mermi nedeniyle ileri derecede komada. Arabada bulunan arkadaşları Emre Ökçelik ve Atilla Doğan, kendilerine siren veya megafonla uyarı yapılmadığını, önlerine barikat kurulmadığını sadece tek el ateş edildiğini söylüyor.

24 Kasım: Posta Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Mehmet Coşkundeniz, kız arkadaşı Derya Özel'in kullandığı araçla bir eğlenceden dönüşte kendilerini durduran trafik polisi tarafından yere yatırılıp kelepçelendi ve dövüldü. İstanbul Emniyet Müdürlüğü "kademeli kuvvet kullanılarak etkisiz hale getirilen" Coşkundeniz'in de polislere saldırdığını öne sürüyor.

21 Kasım: Avcılar'da Feyzullah Ete bir polisin göğsüne attığı tekme sonucu öldü. İstanbul Emniyet Müdürlüğü Ete'nin polislere saldırdığını, itişme sırasında yere düşüp kalkmadığını savundu. Olayla ilgili şüpheli polis Ali M. tutuklandı.

17 Kasım: Muzaffer Ateş'e Taksim'de yürüdüğü sırada kimlik soran polise "Siz kimsiniz" diye sorunca polis tarafından kendisine yumruk atıldı. Ateş, şikayet için gittiği Beyoğlu İlçe Emniyet Müdürlüğü'nde de "Kimi kime şikayet ediyorsun" denilerek benzer muameleye maruz kaldığını söyledi; hastaneden aldığı raporla savcılığa şikayette bulundu.

14 Ekim: Sertan Çelik, Taksim'de müziğin sesini kısmadı diye trafik polisince darp edildi. Tutuklandı.

7 Ekim: 19 yaşındaki Ferhat Gerçek, Yenibosna'da Yürüyüş dergisi satarken çıkan arbede sonrası polis kurşunuyla vuruldu. Felç oldu.

24 Eylül: Şişli'de bir kuyumcuda hırsızlık şüphelisi genç bir kadını önce kelepçeleyip sonra fiziksel şiddet uygulaması mağazanın güvenlik kameralarınca kaydedildi.

18 Eylül: Polonyalı Dariusz Witek, Yabancılar Şubesi misafirhanesinde intihar etti. Kimse görmedi.

9 Eylül: İzmir'de hukukçu Mustafa Rollas, gözaltındaki iki müvekkiline hukuki yardım götürmek isterken Fuar Asayiş Ekipler Amirliği önünde polislerin saldırısına ve fiziksel şiddetine uğradı. Rollas müvekkileriyle görüştürülmezken gözaltına alındı; gözaltına alındığı inkar edildi. Amirlikte düzenlenen ifade tutanağı daha sonra götürüldüğü Basmane Polis Karakolu'nda imha edilerek yenisi kaleme alındı.

20 Ağustos: Nijeryalı Festus (Fastos) Okey, Taksim Polis Merkezi'nde polis tarafından vurularak öldürüldü.

10 Ağustos: Taksim Polis Merkezi'de dövülüp yola atılan Mehmet Nezir Çirik'in dalağı alındı.

2 Ağustos: Mardin Kızıltepe'de evine gitmek için otostop yapan Eyyüp Doğan, işaret ettiği, polis aracı olduğunu bilmediği minibüsten çıkan polislerce dövüldü; İnsan Hakları Derneği'ne başvurdu.

29 Temmuz: Avukat Muammer Öz, Moda'da kimlik soran polisle tartışınca dövüldü; burnu kırıldı.

26 Temmuz: Gazeteci Serkan Tekpetek, zorla sokulduğu polis aracında dövüldü, araçtan atıldı.

17 Haziran: Hırsızlık iddiasıyla gözaltına alınan 24 yaşındaki Mustafa Kükçe, üç karakol gezdirildikten, avcılığa gösterildikten ve işkence iddiası soruşturulmadıktan sonra Ümraniye E Tipi Cezaevi'nde öldü.

8 Haziran: Taksim Polis Merkezi'nde dövülen Sezai Yakar'ın burnu ve eli kırıldı.

6 Haziran: İzmir Alsancak Polis Karakolu'nda hırsızlık iddiasıyla gözaltında tutulan E.T'nin 6 Haziran'da kendini astığı açıklandı.

5 Haziran: Transseksüel Esmeray, Beyoğlu Emniyet Müdürlüğü önünde bekleyen iki polisçe "Geçmek yasak" diye dövüldü.

4 Haziran: Çanakkale'de hırsızlık iddiasıyla gözaltına alınan Hakkı Çancı'nın Çanakkale Emniyet Müdürlüğü'nde kendini astığı iddia edildi.

26 Mayıs: Ferhat Yalçınkaya, Galatasaray Meydanı'nda çıkan bir tartışma sonrasında kimliği olmadığı ve üzerinden bıçak çıktığı gerekçesiyle alınıp tahta coplarla dövüldü, yüzüne sprey sıkılıp Yedikule'ye atıldı.

22 Mayıs: Taksici Engin Topal ve Topal'ı döven polislere itiraz eden Ali Bakça, tahta cop, yumruk ve tekmelerle dövüldü.

1 Mayıs: Polisler 1 Mayıs kutlamaları için toplanan yüzlerce kişiye ve gazetecilere fiziksel şiddet uyguladı. Binlerce kişiyi ya gözaltına aldı ya da özgürlüğünden alıkoydu. Otobüslerde bekletilenlere biber gazı sıktı. Bir polis lokantada oturan Masis Kürkçügil'e tokat attı. (TK)

devamı...

Filistin, Hamas ve El Fetih Üzerine

Ömer Madra: Bugün, hazır Peres de burada iken ve parlamentoda konuşma yapacak iken, biraz Ortadoğu sorunundan Gazze Şeridi’nden bahsedelim.

Ahmet İnsel: Hem Mahmut Abbas hem de Peres buradalar.

ÖM: Evet. Yaser Arafat’ın ölüm yıldönümündeki gösteride son rakamlara göre 9 kişinin öldüğü söyleniyor, 100’den fazla da yaralı var.


Aİ: Bu gösterilerin arka planını biraz ele almak lazım; bu üçüncü yılı Yaser Arafat’ın ölümünün, El Fetih, yani Yaser Arafat’ın örgütü, Gazze Şeridi’nde taraftarlarının katıldığı bir Yaser Arafat’ı anma gösterisi düzenledi. Aslında Yaser Arafat’ı anmak için sadece Gazze Şeridi’nde gösteriler yapılmadı, 3 günlük bir anma günü ilan edilmişti ve Pazar günü Batı Şeria’da, Ramallah’da yapıldı. Burada herhangi bir çatışma olmadı. Anma gününün ikinci günü Gazze Şeridi’nde El Fetih’in düzenlediği gösteriler Yaser Arafat’ı anmanın ötesinde bir anlam taşıyordu. Çünkü hepimizin hatırlayacağı gibi, geçtiğimiz 15 Haziran’dan itibaren çok kanlı çatışmalar sonunda, Hamas El Fetih’i örgüt olarak, militanlarıyla Gazze Şeridi’nden çıkartmıştı, 100’e yakın kişinin ölmesine yol açan çatışmalar yaşanmıştı. O tarihten itibaren de Gazze Şeridi Hamas’ın denetimde artık. Dolayısıyla, Gazze Şeridi’nde El Fetih’in Yaser Arafat anısına böyle bir gösteri yapması tabii ki Yaser Arafat’ı aşan bir anlam taşıyordu, Gazze’de de var olduklarını göstermek için çok önem verdikleri bir gösteriydi ve kendilerinin iddia ettiğine göre, El Fetih’in iddia ettiğine göre, 1 milyona yakın kişi katıldı. Diğer dış gözlemciler, bunun 500 bin civarında olduğunu söylediler, ama bu da çok büyük bir rakam. O bölgedeki en büyük gösterilerden bir tanesiydi. Gösterilerin başlangıcında sakin geçtiği söylenebilir; çeşitli kaynaklardan edindiğim bilgilere, okuduğum, dinlediğim bilgilere göre sakin geçmiş; fakat Mahmut Abbas konuşması sırasında Hamas’ı çok ağır biçimde eleştirmiş. Hamas’ın işlediği ağır suçlara imada bulunmuş. Kendi tabiri ile, bir darbe yapan Hamas’ı geri adım atmaya, Filistin yönetiminin otoritesini tanımaya ve Batı Şeria ile Gazze arasındaki tek bir yönetim anlayışına geri dönmeye çağırmış. Söylendiğine göre, tam bu sırada -ki çeşitli gözlemciler benzer şeyleri aktarıyorlar-, göstericiler arasından “Şii katiller” sloganları atılmaya başlanmış. “Şii katiller” derken tabii Hamas’ı kastediyorlar, ama bildiğimiz gibi Hamas Şii değildir, yapılan Şii’lik iması Hamas’ın arkasında İran olduğu için. Söylendiğine göre, -bundan sonra rivayet muhtelif-, El Fetih militanları, El Fetih tarafı Hamas’a yakın civardaki kuruluşlardan -bunların hastanede olduğu söyleniyor- ateş açıldığını iddia ediyorlar. Buna karşılık Hamas, El Fetih’in ateş açıp Hamas’ın üzerine yıkmak istediğini iddia ediyor. Anladığım kadarıyla Hamas’lı güvenlik güçlerinin bir saldırısı söz konusu. Büyük ihtimalle göstericilerle çıkan bir yerel çatışma, sınırlı bir çatışma, birdenbire silahların bol olduğu bir yerde karşılıklı çatışmaya dönmüş ve sonuçta 9 ölü var, bunlardan bildiğim kadarıyla bir tanesi Hamas’lı, diğerleri El Fetih’li ve 100’den fazla yaralı var. Bu bir kaç açıdan çok vahim, çünkü bundan bir ay önce Hamas lideri eskiden başbakanlık yapmış olan, yani Filistin yönetimi başbakanlığını yapmış olan Hamas lideri İsmail Haniye, bundan tam 1 ay önce, Ekim başında, “bizim Gazze Şeridi’ndeki denetimimiz geçici bir denetimdir, biz El Fetih’le diyalogu yeniden başlatmaya hazırız ve bunu da özellikle kurban bayramı sonrasında yapacağız” demişti. Fakat ardından Anapolis görüşmeleri gündeme geldi; Kasım sonunda, ABD’de Filistin yönetimiyle İsrail yönetimi arasında, bugün Ankara’da ağırladığımız iki yöneticinin Condeleeza Rice’la beraber yapacakları bir zirve var. Bu toplantıya Hamas katılmayacak. Daha doğrusu tarafların hiçbiri istemiyor, İsrail istemiyor, İsrail istemediği için El Fetih istemiyor ve ABD de istemiyor.

ÖM: Filistin halkı ne istiyor acaba?

Aİ: Onlara hiç fikirlerini sormuyorlar biliyorsun. Daha doğrusu soruyorlar, yalan söylemeyeyim, seçimler yapılıyor, ve son seçimlerden ortaya çıkan sonuç El Fetih’le Hamas’ın güçlerinin ortada olduğu. Aslında görünen en vahim durum, El Fetih ve Hamas arasındaki çatışmanın bir kan davasına dönüştüğü, bir kardeş kavgasına dönüştüğü. Hamas’la El Fetih taraftarları arasında, din, dil, ırk vs. gibi farklar söz konusu değil, sadece siyasi farklar var. Hamas Müslüman ağırlıklı bir örgüt, El Fetih ise daha ulusal diyebileceğimiz bir örgüt. El Fetih’in içindeki Hıristiyan unsurlar, sosyalist unsurlar halen mevcut, ama El Fetih de ağırlıklı olarak Müslüman bir söylem benimsedi son geçtiğimiz 10 yılda. Vahim olan, bu iki Filistinli gücün, zaman içinde iki ayrı özerk bölge, devletimsi yapıya doğru işi götürmeye başlaması. Şöyle ki; Gazze Şeridi, Hamas’ın yönettiği bir Filistin bölgesi, Batı Şeria da El Fetih’in yönettiği bir Filistin bölgesi. Bunlar zaten küçücük iki bölge, dolayısıyla, bunların üzerinde doğal olarak oluşacak bir İsrail hegemonyası sözkonusu.

ÖM: Korkunç da bir baskı var, İsrail hükümeti mesela “Kassam, Hamas’ın silahlı kolu, roketleri attığı için ben de elektriği kesmeyi düşünüyorum ve çok ağır baskı yapıyorum” diyor.

Aİ: Gazze Şeridi için.

ÖM: Evet. Fakat Haaretz’de İsrailli gazeteci Gideon Levy’nin yazdığına göre, , bu roketler aslında İsrail’in Gazze’deki sivillere yaptığı saldırılar sonucunda oluyormuş.

Aİ: Genellikle öyle bir ilişki var, yani durduk yerde roket atılmıyor, İsrail’in Gazze’deki sivillere, onlar Hamas militanı olduğu, ‘terör örgütü’ üyesi oldukları için yaptığı saldırılar sonucunda oluyor genellikle bunlar. Yalnız şunu belirtmek lazım, İsrailliler her seferinde yaptıkları operasyonlarda insan öldürüyorlar, buna karşılık Hamas’lıların yolladığı füzeler, bildiğim kadarıyla, gürültü ve korku yaratmaktan başka bir işe yaramıyor. Tabii ki insanlar ölmüyor diye üzülmüyorum, durumu, aradaki farkı anlatmak için söylüyorum.

ÖM: “Filistin halkının da artık Hamas’tan kurtulması için baskı yapıyoruz” gibi bir söylem var ki, bu en inanılmaz olanı.

Aİ: Biliyorsunuz ki, İsrail Hamas’ı ilk başta El Fetih’e karşı güç olarak desteklemişti.

ÖM: Aynen öyle. Mesela Johann Hari de bir yazı yazmış; “Ariel Şaron ve Ehud Olmert’i seçti diye, İsrail’i cezalandırmak için bir politika uygulasa Filistinliler, acaba İsrailliler bunu kabul eder mi yoksa büsbütün teröre mi dönerler intikam için?” diye soruyorlar.

Aİ: Tabii Bati Şeria ve Gazze’nin ayrılması olasılığı -coğrafi olarak da arada bir bağlantı olmadığı için- giderek artıyor. El Fetih’in Gazze Şeridi’nde elbette sempatizanları var, fakat Gazze Şeridi’nde Hamas yönetimi bütünüyle hakim ve El Fetih’i resmen kovdu Gazze Şeridi’nden. Buna karşılık, son bir kaç aydan beri Cuma namazlarında El Fetih militanları ve sempatizanları Gazze Şeridi’nde gösteriler yapmaya devam ediyorlar. Küçük, daha çok silahlı olmayan çatışmalar yaşanıyordu zaten, bunu da unutmamak lazım, bu ilk çatışma değil, her Cuma namazından sonra yaşanıyordu. Hamas Batı Şeria’yı da kontrol altına alma iddiasında. Yani, “ben Gazze’yi aldım Batı Şeria da sizin olsun” demiyor. Bu iyi bir şey mi kötü bir şey mi bilmiyorum, ama çatışmaların Batı Şeria’ya da sıçraması ihtimali var. Batı Şeria’da Hamas azınlıkta, ama azınlıkta olmasına rağmen, Mahmut Abbas, aylardan beri Batı Şeria’daki Hamas militanlarını tutukluyor, Hamas örgütlerini sürekli kapattırıyor ve Hamas’a yakın imamları Gazze’ye sürüyor. Yani El Fetih, aynı zamanda Batı Şeria’da bir temizlik operasyonunu da devam ettiriyor. Burada çok ciddi ve kanlı hesaplaşma var ve bu hesaplaşmanın en tehlikeli sonucu, Filistinliler arasında, El Fetih ve Hamas taraftarları arasında, bir daha yan yana gelmeyecekleri bir kan davasının başlamış olması. Bundan kim yararlanır?

ÖM: İsrail kârlı çıkacağını düşünüyor olabilir, ama emin değilim doğrusu bu dünyada, bu gibi hesaplaşmaların sonucu nereye götürür bölgeyi?

Aİ: Kısa vadede eli güçleniyor, ama aynı zamanda bölgenin daha da fazla bir barut fıçısı haline gelmesine katkıda bulunuyor. Unutmayalım; bazı gözlemcilerin söylediği bir şey var, burada da bir kaç kere tekrarlamıştık başka vesilelerle, İsrail’in politikalarından bir tanesi - İsrail devletini yönetenlerin bir kaç farklı politikaları var- Ortadoğu’da etnik temelli küçük devletler oluşturmak ve bunların oluşmasına destek vermek; bu sayede bir taşla iki kuş vurmak. Nedir bu iki kuş? Birincisi Ortadoğu’da sadece etnik, dini temelli devletlerin varolabileceği inancını yerleştirip, İsrail’i bir istisna olmaktan çıkarmak. İkincisi ise aralarında düşmanlık, ya da soğukluk olan küçük küçük devletlerle daha kolay başa çıkabilmek. Bunu Lübnan’da yapmak istediğini bazı Lübnanlı gözlemciler yıllardan beri dile getiriyorlar, bugünkü Lübnan topraklarında 3-4 ayrı devlet kurmak, bir Alevi devleti kurmak, bir Dürzi devleti kurmak, bir Hıristiyan devleti kurmak, bir Şii devleti kurmak gibi. Benzer bir olgu şu anda Irak’ta yürürlükte; Kürt, Sünni ve Şii devletleri olarak Irak’ın 3 devlete bölünmesi söz konusu. İleride Suudi Arabistan için böyle bir projenin olabileceğinden bahsediyorlar. Unutmayalım Suudi Arabistan’da çok ciddi bir Şii nüfus var.

ÖM: Üstelik de petrol bölgelerinin bulunduğu yerlerde hakimler.

Aİ: Gazze Şeridi’yle Batı Şeria’nın ayrı devletimsi yapılara dönüşmesi de bunun bir parçası olabilir. Mahmut Abbas, iki sene önce yaptığı bir konuşmada, Lübnan’la beraber Filistin’in de benzer bir stratejinin parçası olduğunu ima etmişti. Ama bunu engellemek için yapılan girişimler sonuç vermedi. 8 Şubat 2007’de Hamas ve El Fetih anlaşmışlardı hatırlayacağınız gibi ve 14 Mart 2007’de de bir ulusal birlik hükümeti kurulmuştu. Bu birlik hükümeti 3 ay yaşayabildi, yani Hamas ve El Fetih’in ortak kurdukları bir hükümet ancak 3 ay yaşadı ve 15 Haziran’da Hamas’ın El Fetih’i Gazze Şeridi’nden kovmasıyla sonuçlandı. Bu birlik hükümeti daha uzun yaşayabilir miydi ondan emin değilim, çünkü daha önce tek başına hükümet olan Hamas partisi, İsrail tarafından olduğu gibi, El Fetih tarafından da ambargoya maruz bırakılmış ve gayri meşru ilan edilmişti. Gayri meşru ilan ettikleri bir örgütle, hemen arkasından, bir koalisyonda beraber olmak da çok kolay değildir.

Dolayısıyla, Filistin’de şu anda sadece İsrail-Filistin mücadelesi yok, bir de İsrail-Filistin-El Fetih zımni ittifakı ve Hamas’a karşı bir mücadele söz konusu. Hamas’la El Fetih’in mücadelesi söz konusu. Ortadoğu’da her zaman olduğu gibi, ‘düşmanımın düşmanları dostumdur’ yaklaşımından hareket ederek, 6 ayda bir değişen ittifaklar süreci devam ediyor. Bunun zirve noktasına ulaştığı yer de Lübnan. Lübnan’da şu anda Hıristiyanların oluşturduğu çoğunluk koalisyonun üyesi olan milletvekillerinden bazıları, 21 Eylül’den beri Beyrut’un lüks otellerinden bir tanesinde gönüllü hapis yaşıyorlar öldürülmemek için. Bu partiden 4 milletvekili öldürüldü, 14 Şubat 2005’te Refik Hariri öldürülmüştü hatırlayacaksınız, Refik Hariri’nin yanında bir milletvekili yaralandı ve ardından öldü. Ardından da 4 milletvekili öldü, en sonuncusu da 19 Eylül’de öldürüldü. Bunların kimin tarafından yapıldığı bilinmiyor, ama şüpheler Suriye’nin desteklediği, Hizbullah’ın bunun arkasında olduğu yönünde veya Suriye kaynaklı olduğu yönünde. Çünkü Lübnan Cumhurbaşkanı Emin Lahud’un görev süresi 24 Kasım’da sona erecek, üç sene önce görev süresi sona erdiğinde Suriye’nin baskılarıyla 3 yıl daha uzatılmıştı görevi. Seçim için parlamentonun 23 Ekim’de toplanması lazımdı, toplanamadı, seçimler 12 Kasım’a atıldı. Şimdi daha da ileri bir tarihe attı meclis başkanı seçimleri. Meclis başkanı Şiilerdendir. Bu milletvekillerinin kendilerini otellere hapsetmeleri, bir kısmının yurt dışına kaçması, geçici olarak da olsa yurt dışına yerleşmesinin tek nedeni daha fazla zayiat verip çoğunluğu kaybetmemek. Durumu düşünebiliyor musunuz?

ÖM: Hakikaten çok acayip.

Aİ: Bu gerginlik ötesi bir şey.

ÖM: Evet, Robert Fisk de buna epey etraflıca değinmeye çalışıyor, bunun bambaşka, benzersiz ve tuhaf bir ortam olduğunu söylüyor.

Aİ: Biz tahayyül edemiyoruz bu ortamı, biz böyle bir şey yaşamadık, bilmiyoruz, bilmeyelim de zaten. Bizim tahayyül edemeyeceğimiz bir dünya bu. Parçalanmanın ne olduğunu Lübnan’a bakarak görmek lazım.

ÖM: Aynen öyle, çok ciddi bir durum var orada.

Aİ: Önümüzdeki günlerde Lübnan’da seçimler olacak. Geçmişte yapılan anlaşmaya göre, meclis başkanlığı Şiilerin, başbakanlık Hıristiyanların, cumhurbaşkanlığı da Sünnilerin tekelinde. Fakat bir türlü anlaşmaya varılamıyor şu aşamada. Artık ne olacağını önümüzdeki günlerde göreceğiz.

(13 Kasım 2007 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)


devamı...

7 Kasım 2007 Çarşamba

Halaçoğlu, Yılmaz, Doğan: Ermeni Tehciri Meselesi

Yusuf Halaçoğlu (Türk Tarih Kurumu başkanı) ile Levent Yılmaz (Bilgi Üniversitesi) eylül başından beri Radikal'deki Yorum sayfasında Ermeni Tehciri üzerine tartışıyorlar; şimdilik son yazı da bugün Halaçoğlu'nca yayınlandı. Bu kadar uzun zaman aralıklarıyla bölünmüş ve gazete sayfası sınırlarına sığdırılmış yazılarla sürdürülen bir tartışma elbette çok tatmin edici olamıyor, cevaplarını hemen alamadığınız sorular asılı kalıyor kafanızda ama yine de, özellikle genel olarak daha bir fikrini paylaştığınız kişilerin de (tarihçi olsalar da) nasıl hatalar yapabileceğini görmek açısından yararlı bir tartışma oluyor sanırım. Avukat Erdal Doğan da Halaçoğlu'nu tenkit edenleri tutarlılık açısından sınayan bir yazı yazmış, Halaçoğlu da cevap neşretmişti. Kolay ayırt edilebilmesi için farklı renklerle mimledim bu yazışmaları; en aşağıda ise doğrudan bu tartışmaya dahil olmasa da yine Levent Yılmaz'ın Tehcir'e dair yazdığı daha eski tarihli iki metin var.

YH - 07 Ksm - Gerçekten de belgeler zehirlidir link

Keşke Boston'da araştırmaya açık olmayan Taşnak arşivlerini de araştırmamız mümkün olsa. Herhalde tarihçi olarak çok şey öğreniriz. Yoksa bir belgeyle, bundan 90 sene önce olmuş bir olayı, gözlerimizle görmüş, yaşanmış gibi kabul etmemiz bilim adamlığıyla bağdaşmaz
LY - 17 Ekim - Belge zehirli bir meyvedir link
Radikal'in yorum sayfalarındaki tartışma sürüyor. Tarihçi Levent Yılmaz, Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu'nun 'açık yanıtı'na yanıt veriyor: 1915 ve sonrasında yaşananlar vahimdir; ama daha da vahimi tarihçiliği bu yaşananları meşru kılma ve haklı gösterme adına kullanmaktır
YH - 28 Eylül - Levent Yılmaz'a açık cevap 2: Lozan'da mülklerin iadesi konusu link
Lozan Andlaşması'nın 64. maddesi 'malları iade edilecek kimseler' arasında özel olarak Ermenileri saymaz. Bu durum Ermenilerin birlikte hareket ettikleri müttefik devletlerin de kabulü sonucu ortaya çıktı. 'Milli yetki'yle ortadan kaldırılan mülkiyet haklarının kendiliğinden yeniden tesisi mümkün değil
YH - 27 Eylül - Levent Yılmaz'a açık cevap 1: Korkusuzca tartışmak yararlı link
Türkiye'de 1915 olaylarının bir şekilde farklı düşünceler içinde olanlar tarafından korkusuzca tartışılmasında büyük yarar görüyorum. Bu nedenle sayın Levent Yılmaz'ın sorularını, Radikal okuyucularının da izlemesi açısından faydalı buluyorum
YH - 12 Eylül - "Tek ırkçı Halaçoğlu mu?" link
Tartışılan konuşmam nasıl aktarıldı: 'Bütün Kürtler Türktür, Alevi Kürtler de Ermenidir.' El insaf! Açıklamalarıma, çoğu gazetelerde asıl konuşmamın deşifre edilmiş metinlerinin yayımlanmasına rağmen, çoğu kişiler ısrarla gazetelerde ilk çıkan şekliyle beni ırkçı olarak nitelendirmeye devam ettiler. O zaman akla şu gelmektedir: Gerçekten ırkçı kim?
YH - 08 Eylül - Neo-ittihatçı suçlaması haksızlık link
TTK Başkanı Halaçoğlu: 'İttihatçı tez: Kürtlerin Türkmenliği' ve 'Alevi Kürtlerin Ermeniliği' yazılarına cevaptır. Sayın Dündar'ın iddiaları tutarsız. Özellikle bizi 'neo-ittihatçı' olarak nitelendirmesi büyük haksızlık. Yaptığımız çalışmalar bir yere varmak için değil, nerelere varabileceğimiz üzerine odaklıdır
ED - 06 Eylül - Tek ırkçı Halaçoğlu mu? link
Neden Ermeni olmayasınız ki? Bunu hakaret ve aşağılama olarak gören veya olabilme ihtimalini dahi toptan reddedenlerin, ırkçı olarak tanımladıkları TTK Başkanı Yusuf Halaçoğlu'ndan ne farkları vardır ki? Hani hepiniz Hrant ve Ermeni idiniz?
LY - 01 Eylül - Yusuf Halaçoğlu'na açık mektup link
Ölümden zor 'dönen' kişilerin listesini, meşakkatli araştırmalarla elde etmiş olmalısınız; araştırmayı 'niye' yaptınız diye sormayacağım, ama yetkin araştırmacılığınızdan ben ve benim gibi belge fakiri tarihçiler de faydalanmak isteriz. Aşağıdaki sorulara 'belge'lerle yanıt vermenizi isteyebilir miyiz?
LY - 31 Ocak - Akıl Tutulması 2 : Ermeni Tehciri ve uluslararası hukuki durum link
Paul Ricoeur'ün dediği gibi, bir yanda fazla hatıra, bir yanda fazla unutuş varsa, 'doğru bir hatırlama siyaseti icat etmenin de vakti gelmiştir.' 1915'te meydana gelen 'facia'nın ismi, hukuksal durumu ne olursa olsun, 'gerçek' tüm ağırlığıyla ortada
LY - 30 Ocak - Akıl Tutulması 1 link
Fransız parlamentosu, 'Ermeni soykırımını inkâr' yasasını kabul ettiğinde, Türk basını parlamentoların tarih yazmaması gerektiğini haykırdı. Haklılardı: Tek sorun Türkiye'de 301 ve 305 gibi maddelerle bizim parlamentomuzun zaten 'tarih yazmış' oluşuydu

devamı...

6 Kasım 2007 Salı

Barış artık tesadüfidir

H. Gökhan Özgün
Radikal, 02/11/2007

Başbakanımız kurduğu siyaset tahterevallisinden bir türlü inmiyor. Bir o köşede. Bir bu köşede. Elinde ateşten binbir sopa. Çeviriyor da çeviriyor. Birinden birini elinden kaçırırsa. Olsun. Ne olacaksa olsun. İnceldiği yerden kopsun. Ateş jonglörün elini bir sıyırır, sonra yere düşer, düştüğü yeri yakar. Sanki bu oyunda elinden ateşi düşürse de, Başbakan kazanacak. Elinden ateşi düşürmese de, Başbakan kazanacak. Çünkü bu toprak ateş seviyor. Bu millet de cambaz seviyor.

Başbakan'ın ateşi en son Hasan Cemal'i yaktı. Barzani'ye mikrofon uzattı diye. Başbakan, Hasan Cemal'i tek kelâmda İmralı'ya Apo'nun yanına postaladı. Ha Barzani'yi konuşturmuş, ha Apo'yu, aynı şeymiş. Hoş mümkün olsa, bir gazeteci niye Apo'yla röportaj yapmasın, onu da anlamak mümkün değil ya. Sonra Başbakan tahterevallinin öte yanına tez yetişip emekli generallere çattı. Ya da birini birinden önce yaptı. Artık takibi mümkün değil. Başbakanımız belli ki hiç eskimeyen bir Türk devlet şiarını yine sahneye koyuyor. Milliyetçilikse, onun âlâsını biz yaparız. Sosyalistlik, demokratlık, liberallikse onun da âlâsını biz yaparız. Kimse işimize karışmasın. Devlet biziz. Biz devletiz. Hem de onlardan daha âlâ devletiz. Ve bu yeni devlet, yeni bir 'merkezi milliyetçilik' tesis etmeye çalışıyor. Barzani'yi Apo'yla aynı kefeye koyan bir devlet olarak siyasi yelpazenin en sağındayız. Ama bu duruma itidal, sabır ve temkinle yaklaşan bir devlet olarak öbür taraftayız. İkisini toplayın bölün ortasını alın, işte bizim muhafazakâr milliyetçiliğimiz. Soğukkanlı ama gözü herkesten kara. Nasıl, yakışır değil mi? Nihayet satıraralarını okuyarak bile olsa bir muhafazakâr milliyetçilik tarifi yapabildik. Bu bir aritmetik ortalama merkeziyetçiliği. Toplanamazları toplayıp ikiye bölmeyi deneme cambazlığı. Bu tür milliyetçilik memleketi ateşe atar ama kendini ateşe atmaz. Bu tür milliyetçilik iki sonuca da açıktır. Savaşsa savaş. Barışsa barış. Bu ağırlıklı ortalama milliyetçiğinde savaşın da barışın da kralı AKP olacaktır. Bu tür milliyetçilik böyle kritik bir dönemde yalnızca kendi selametini düşünmektedir. Savaş çıkarsa belli ki en önde olacaktır. Barış sürerse belli ki en tepede. Bu iki eli de ağır milliyetçilik, geleceğe hükmetmeyi düşünmez, kendi geleceğini nasıl kurtaracağını düşünür. Bu arada Başbakan muhalefet erkânına da ince bir mesaj verir. Merkezi siz bizim için tesis etmeyeceksiniz, biz bu tesisatı kendi kendimize kurarız. Hem de öyle bir kurarız ki, sizi de ilelebet gölgede bırakırız. Öte yandan bu tür milliyetçilik Amerika'nın ve Avrupa'nın bölge politikasına da cuk diye oturmaktadır.Kimsenin görmek işine gelmiyor ama onlar bu konuda iki kapıyı da açık bırakmıştır. Ön kapıyı da. Yani barış kapısını. Arka kapıyı da. Yani savaş ve işgal kapısını. Sadece hangi kapı olacaksa durumu ona göre müzakere etmek istemektedirler. Ve müzakere de edeceklerdir. Başbakan'ın itidalli çıkışları bu müzakereyi mümkün kılmak içindir. Yoksa bir barış ve demokrasi ihtimalini güçlendirmek için değil. İki, hatta üstü kapalı olarak üç taraf bir masanın etrafında oturacak. Üç taraf da barışı ve savaşı aynı kefeye koyacak. Sadece şartlarını müzakere edecek. Bu büyük kumardır. Çarkıfelek dönecek. Top yuvarlanacak. Nerede durursa o olacak. Savaşta durursa savaş, barışta durursa barış olacak. Nasılsa bütün taraflar artık ikisine de parayı basmış durumda. Burada yuvarlanan top da hileli bir toptur. Türk ve Kürt milliyetçiliği topudur. Öyle görünüyor ki bütün bunların sonucunda barış ve demokrasi bahsi kazansa bile, bu bütünüyle keyfe keder, bütünüyle tesadüfi bir sonuç olacaktır. Ve uzun süre tutunamayacaktır. Çünkü böyle bir arzunun gerçek bir öznesi hiçbir merkezi siyasi süreçte artık mevcut değildir Ertuğrul Özkök'ün siyasi tahterevallisine çok laf ettik ama Başbakanımız da aynı tahterevallide bir o yana bir bu yana koşturmuyor mu? Bir türlü birbirlerini aynı tarafta yakalayamıyorlar, o kadar. Yine feleğin bir oyunu. Başka bir şey değil.

devamı...

19 Ekim 2007 Cuma

Kuzey Irak'a Sınır Ötesi Operasyon Ne Demek?

Ahmet İnsel'in Kuzey Irak'a yapılacak muhtemel bir operasyon üzerine düşünceleri;
(Açık Gazete Programı 9/10/2007)

Ömer Madra: Bu sabah gazetelere bakıldığı zaman ya da televizyon kanallarına baktığımız zaman son derece karanlık tablolarla karşı karşıyayız. Üzülmenin ötesinde, sağduyulu bir şekilde yapılması gerekenlerin tartışılması gerekirken, herkes müthiş bir linguistik yaklaşım içinde. Hatta bazı gazeteler logolarını karartmışlar.

AH: Çözüme dair giden rasyonel yolun tıkaması ihtimalini de getiren bir söylem şekli.

Ömer Madra: Bu sabah gazetelere bakıldığı zaman ya da televizyon kanallarına baktığımız zaman son derece karanlık tablolarla karşı karşıyayız. Üzülmenin ötesinde, sağduyulu bir şekilde yapılması gerekenlerin tartışılması gerekirken, herkes müthiş bir linguistik yaklaşım içinde. Hatta bazı gazeteler logolarını karartmışlar.

AH: Çözüme dair giden rasyonel yolun tıkaması ihtimalini de getiren bir söylem şekli.

ÖM: Biraz bundan da bahsedip ondan sonra referandum konusuna geçebiliriz.

Aİ: 15 askerin öldürülmesinin ardından böyle bir duygu patlaması olması doğal ve bunun ifade edilmesi de sağlıklı. Bunun ifade edilmemesi bir kin halinde biriktirilmesi daha tehlikelidir uzun vadede. Ben psikolog değilim ama toplumsal psikolojide de okuduğum, bildiğim kadarıyla yas tutmasını bilmek de önemlidir ve yasın da gereği yapılmalıdır. O yüzden, dün ve bugün gazetelerdeki bu büyük duygu patlamasının bazen çok aşırıya vardığı düşünülebilir, ama bunun eleştirilmesi doğru değil, çünkü sonuç olarak 15 tane askerlik görevini ifa eden, TC yurttaşı öldü. Görev başında öldükleri için de bunlar şehittirler. Türk dilinde, polis memuru da olsa, devlet memuru olsa, asker de olsa görev başında öldükleri için şehit denir bunlara. Nitekim Hasip Kaplan ve DTP milletvekili Sarıtaş da aynı tabiri kullandılar. Konumlarından hareket ederek değerlendirmememiz lazım. PKK saflarında çarpışan kişiler bir devlet görevlisi değillerdi, dolayısıyla onlara başkaları başka türlü isimler verebilirler, onlar da ölmüşlerdir, onlar için de üzülürüz, insanlar öldüğü için üzülürüz, onları oraya sürükleyenleri lanetleriz, ama burada 15 askerin çatışmada öldüğü bir gündeyiz. Bunu böyle bilelim, bir çatışmada bir günde 15 kişi öldü. Bu, etrafımızda, Irak dışında hiçbir ülkede olan bir şey değil, bunu da açıkça söylememiz lazım. Yakın coğrafyamızda olduğu kadar, uzak coğrafyamızda da olan bir şey değil. Bu, kabul edilebilir, sürdürülebilir, üzeri örtülebilir bir şey değil, yaşanan üzüntünün, kederin akıl yoluyla bastırılabileceği bir durum değil. Bunun boşalması, ifade edilmesi lazım. Bunun arkasından, benim en çok dikkat çekmek istediğim konu, durumun vahametini dikkate alan bir yaklaşımla bu durumun nedenlerini ortadan kaldırmak için akıl yolu ile karar almak. Üzüntünün ifadesinde akıl kullanılmaz, duygu kullanılır, ama o üzüntüye neden olan sorunların çözümünde, duyguyla değil akılla yaklaşmak gerekir. Ancak biz, duygularımızın aklımıza emrettiği, hakim olduğu, esir aldığı bir yapıdayız. Geçen haftaki programımızda toplam ölen asker, astsubay ve PKK militanı bilançosunu verdik korkunç bir rakamdı. Bu rakamın üzerinden bir hafta sonra, çok daha ağır bir gidişata işaret eden bir durum çıkıyor ortaya.

Ölenlerin yası tutulmalıdır, bu yas herkesin kendi geleneğine göre tutulmalıdır, burada hiçbir şekilde o yasın tutulmasını engelleyecek, “gözyaşınızı saklayın, duygularınızı saklayın, bastırın” gibi bir öğüt vermeye kimsenin yetkisi yoktur, ama yas bittikten sonra da akıl duyguya hakim olmalıdır. Biz yas tutulmasından ziyade, yastan sonra aklın devreye girmesi noktasında yıllardan beri yetersiz kalıyoruz. İş sadece dövünmekle, “öç alacağız” demekle, “kökünü kurutacağız” demekle çözülmeyecek bir noktaya geldi. CHP milletvekillerinin, Doğu ve Güneydoğu’da yaşayanların aidiyet bağlarının zayıfladığı ile ilgili raporu yeni değil, bunu daha önceden de biliyorduk, başka çeşitli raporlardan da biliyorduk ama bunu CHP’nin söylemesi çok önemli. Zaten en önemli göstergelerden bir tanesi CHP’nin orada ortadan kalkmış olması. CHP’nin doğu ve güneydoğuda parti olarak varlığını yitirmiş olması, bölgede aidiyet bağlarının zayıfladığının önemli bir göstergesidir. Türkiye’nin önemli bir partisi orada yok artık. CHP’nin bu aidiyet bağlarının kopmasını tespit etmenin ötesinde bu konudaki sorumluluğunu da ortaya koyması gerekir.

ÖM: Burada benim de açılışta söylemek istediğim, gazete ve televizyonların yaklaşımının, kalbe düşen ateşin ötesinde, soğukkanlılığın kaybedilmesine yol açması kaygısıydı.

Aİ: Tabii anlıyorum, ama sol 1990’larda hatalar yaptı, o hatalardan bir tanesi de, Türkiye’de çatışmalarda ölen emniyet güçlerinin ve bu olayın küçümsenmesiydi. Türkiye’de çatışmalarda ölen, durakta beklerken yaylım ateşine maruz kalıp da ölen bir polis, sokakta karşıdan karşıya geçerken arabanın çiğnediği bir insan konumunda değildir. O orada polis olduğu için öldürülmüş bir kişidir, bu kabul edilemez. Hiçbir şey kabul edilemez tabii, ama diğerinde toplumsal yaşamın talihsizlikleri dediğimiz kazalar oluyor ve bunlarla mücadele etmeye çalışıyoruz iyi kötü, ama bu başka, bu bir kaza değil. Bunların hiçbiri kaza değil, bu ölenlerin hiçbiri kazada ölmediler, hiçbiri hastalıktan ölmediler, hiçbiri kendilerinin değiştirebilecekleri bir hayat düzeni içinde ölmediler –askerlerden bahsediyorum- çoğu da askerlik görevini yapmakla mükellef kişilerdi ve bir görevi yerine getirirken öldüler. Sadece onlar ölmedi tabii, geçen hafta Beytüşşebap’taki saldırı ile ilgili olarak, Meclis komisyon başkanı Zafer Üskül, yaptığı değerlendirmede “tam olarak kimin yaptığını bilemiyoruz” dedi, “PKK’lılar olduğu iddia ediliyor” dedi. PKK kaynakları son olarak “gerilla kıyafetinde Jitem birlikleri veya milisler bölgede dolaşıyorlar ve PKK’ya atfen eylemler yapıyorlar” diye doğru veya yanlış bir karşı bilgi kampanyası başlattı. Artık, at izinin it izine iyice karıştığı, tamamen dumanlı bir havadayız, ama bu son çatışmada ölen kişilerin kim tarafından öldürüldüğünde dair bir şüphe yok tabii, bunlar PKK ile çatışmada öldüler ve PKK’nın örgütü HPG bunu bütünüyle üstlenmiş durumda, hatta başka çatışmalarda ölen insanların da sayısını veriyor. Genelkurmay bunları doğrulamadığı için, şimdilik dezenformasyon olması ihtimali çok yüksek. Bir savaş yaşıyoruz, deklarasyonlarıyla, tavırlarıyla, ölüleriyle, yaralılarıyla bir savaş yaşıyoruz. Savaş yaşıyorsak eğer, ya bu savaşa devam etme kararını söylesinler ve biz savaş yaşadığımızı bilelim ve ona göre Türkiye’nin geleceğini düşünelim, ya da “bu bir savaş değildir ve bunun çözümü savaş olmadan vardır” diyelim ve öyleyse bunun gereklerini yerine getirelim. Bu sadece TSK’ya veya emniyet güçlerine yapılmış bir çağrı değildir, bütün Türkiye’deki Kürtlere yapılmış bir çağrıdır. Savaş tek taraflı bitirilmez. Bir konferansta Ahmet Türk, “PKK silah bırakmak istiyor ama silahı nereye bırakacağını bilemiyor” diye ifade etmişti Bilgi Üniversitesi Kürt Konferansı’nda, o zaman, “silahı eline alan nereye bırakacağını da bilir, başkasından bırakacağı yerin gösterilmesini istemez” demiştim. Silahı eline alanın onu nereye bırakacağını da bilmesi gerekir, yoksa çok büyük bir sorumsuzlukla silah almış demektir.

ÖM: Bu “Irak’a harekat dahil her ihtimal masada” şeklinde ortaya konan bir denklem de değil bunun tabii çok...

Aİ: Büyük ihtimalle PKK’nın Irak’a müdahale için Türk ordusuna provokasyon yaptığını düşünebiliriz. Bunu 6 ay önce konuşmuştuk, Türk ordusunun Irak’a müdahale etmesi bir çok açıdan PKK’nın elini güçlendirecektir. Birincisi, Kürtler nezdinde, onların tabiri ile Güney Kürdistan’ın Türk işgaline karşı müdafaasında ilk siperde çalışan askeri güç sıfatını elde edecektir. Diğer taraftan Talabani ve Barzani ile, özellikle rekabet halinde olduğu Barzani ile ister istemez bir dayanışma içinde olacaktır . ABD’nin Türkiye’nin müdahalesine karşı çıkacağını tahmin ettiği için ABD ile Türkiye arasında ikinci bir ihtilaf konusu yaratmakla kendisine bir hareket alanı sağlayacaktır. Bunlar PKK açısından bir çıkış noktasıdır. Diğer taraftan da sürekli olarak Öcalan’ın zehirlenmesi, tecridi, ölüme bırakılması konusunda da bir mobilizasyon var. Geçtiğimiz 8 Ekim tarihi itibariyle yeniden lanse edildi. Bunlar dalga dalga gelecektir, bu arada tabii DTP milletvekillerinin gerçekten işlerinin çok zor olduğunu teslim etmemiz gerekir.

ÖM: DTP Grup Başkan Vekili Selahattin Demirtaş’ın da hiçbir siyasi amacın bir damla kandan daha değerli olmadığını belirtmesi ve akan kana karşı nihai sonuç almak üzere siyasetçilerle el ele vermeye çağırmasından da bahsetmeliyiz.

Aİ: Aynı çağrının daha açığını Kars’ta Mahmut Alınak yaptı. Mahmut Alınak DEP İl Başkanı ve Kars bağımsız adaydı. Mahmut Alınak da Demirtaş’ın çağrısına benzer, hatta daha belirgin bir çağrı yaptı, bunu da hatırlatmak lazım. Hasip Kaplan da terörle mücadeleden bahsetti.

ÖM: Bu sınır ötesi operasyon ya da Kuzey Irak’ın işgali, ya da istilası, ne dersek diyelim, olabilecek en vahim sonuçlara yol açacak gibi görünüyor. Senin de ortaya koyduğun gibi, esas itibariyle PKK gibi bu çatışmadan beslenmesi beklenen grupların işine yarayacak sadece.

Aİ: Kuzey Irak’a çok girdik çıktık, 27 kere olduğunu hesaplamıştı zamanında Baskın Oran, tabii girmek çıkmakla sonuç alınacak bir şey değil, Kuzey Irak’a girip orada sonuç alana kadar kalmak yıllar sürer. Çünkü Kuzey Irak istikrarlı bir ülke değil, Irak istikrarlı bir ülke değil, istikrarsız bir ülkede girdiğiniz yer, yarattığınız boşluk, ondan sonra çekilmenizi mümkün kılmaz, Amerika’nın şu anda Irak’taki durumu gibidir. Çekilmenizi mümkün kılmadığı için niçin girdiğiniz zaman içinde unutulur ve dünya kamuoyu nezdinde işgalci güç konumuna düşersiniz.

ÖM: Bir Kıbrıs durumu ortaya çıkabilir.

Aİ: Aynen. Haklı da olabilirsiniz, sıcak takip uluslararası hukuk açısından haksız bir şey değildir, bazen sıcak takip anlaşmalar çerçevesinde olabilir. Ama sıcak takip çerçevesinde girip sorunu bir günde çözemeyeceğiniz için kalmanız gerekir ve yarattığınız boşluğu sadece sizin doldurmanız mümkün olur. İstikrarlı bir ülkeden çıkmak mümkündür, istikrarsız bir ülkeden çıkamazsınız, çıkarsanız bıraktığınızdan, girdiğinizden daha kötü bir manzara ve sonuçla karşı karşıya kalarak çıkarsınız ve zaman içinde siz sadece işgalci vasfınızla tanınırsınız. Niçin orada olduğunuz unutulur.

ÖM: ABD gibi dünyanın en büyük ekonomik ve askeri gücü bile Irak’tan çıkamıyor filan deniyor ama bu da...

Aİ: Amerika’nın çıkmak istemediğinden emin değiliz bütünüyle, ama çıkmak istiyorsa da çıkamayacak durumda olduğunu biliyoruz. Velev ki Demokratlar geldi, öyle bir niyetlerinin olduğunu zannetmiyorum, ama diyelim ki Demokratlar, “artık tamam yeter, çıkalım” dediler, çıkamazlar veya çıkarlarsa orada ortalık kan gölüne döner, zaten kan gölü, ama daha da fazla olur, ırmak olur.

Hakikaten böyle bir işe girmek Kıbrıs’taki durumumuz gibi sonuçlanır, biz Kıbrıs’ı almak üzere bir operasyon yapmadık ama sonunda Kıbrıs’ı fiili ilhak noktasına geldik.

ÖM: Sonuçta böyle gerçek bir açmazı da içeriyor, dolayısıyla geniş çaplı, objektif ve sağduyulu düşünmekten başka yapacak bir şey yok.

Aİ: Ama ölüler varken sağduyulu düşünülmez, onu da kabul edelim, ölüm kapımızda iken sağduyulu düşünülmez; bunu insanlardan beklemek de hakikaten insanca değil. Dolayısıyla sadece şu çağrıyı yapabiliriz, eğer daha vahim, daha ağır, daha geri dönüşü olmayan noktalara gelinmesi istenmiyorsa, ellerinde yasa dışı biçimde silah tutanların silahları bırakması lazım. “Karşılıklı silah bırakmak” gibi saçma sapan laflar ediliyor, TC devleti içinde elinde silahla dağa çıkanla, elinde silah tutma yetkisi olan güç arasında karşılıklı silah bırakma çağrısı gibi saçma sapan şeyleri dile getirmek cehaletten daha da vahim bir şeydir.

ÖM: Referandumu da konuşalım diyorduk ama...

Aİ: Onu maalesef konuşamayacağız, ama büyük bir açmaz bizi bekliyor, dün Komisyon’da görüşüldü, değişiklik önergesi onaylandı, yarın meclise girecek. Bu iş artık vodvilden de öte bir duruma dönüştü. Şu anda bu seçim bu referandum bir siyasi literatüre bir referandum komedisi olarak geçecektir.

ÖM: Evet, bir farsa dönüştü bu.

Aİ: Evet bir farstır bu, “Şakadan halkoylaması mı?” diye yazmıştım 9 Eylül’de Radikal’deki yazımda. Sahiden şaka gibi bir şey.

ÖM: Bu da AKP kurmaylarının bir politik manevranın sonucunda kendi kendini içine düşürmüş olduğu bir durum olarak görülebilir belki.

Aİ: Fakat, Tayyip Erdoğan’ın kendini bu manevra içine sokan kurmaylarından da hesap sorması beklenir. Bu acemiliğin, bu beceriksizliğin, bu hukuki bilgisizliğin hesabını sormalı, çünkü Tayyip Erdoğan bunu önerecek durumda değil, bilmediğinden değil, ama bunu başkaları yapar. Bir yönetici her şeyi kendisi yapmaz ama kendisiyle beraber çalışanların yetkinliğinden sorumludur. Böyle bir cehalet ve beceriksizlik unsurunu ülkenin gündemine getirip kendi partisini rezil eden insanlardan hesap sorulmuyorsa, Anayasa Komisyonu Başkanı’ndan hesap sorulmuyorsa o zaman hakikaten “bu partide bir yönetim zaafı var” dememiz lazım. Ömer Laçiner yıllardan beri söyler, “AKP yönetiminin en kötü tarafı, en zayıf tarafı kriz anını yönetme becerisidir” diye, ben bu tespite katılıyorum. Kriz anlarında AKP yönetimi panikliyor ve aklıselimini kaybediyor. Bu referandumu böyle, sadece tepkili, alelacele, yangından mal kaçırır gibi gündeme getirmeleri ve ondan sonra da hiçbir şey olmamış gibi davranmaları düşündürüyor insanı. Bu zihniyet anayasayı baştan başa değiştirecekse eğer, orada ne hatalar yapacaklar diye insan dehşetle bekliyor bu durumda.

ÖM: Bunu tekrar konuşmamız gerekiyor.

devamı...

4 Ekim 2007 Perşembe

'Ermenileri fişleyin'

'Ermenileri fişleyin'
Radikal, 12 Eylül yönetiminin belgesine ulaştı: Ermenileri tespit ve takip edin...

TARIK IŞIK
Fişleme belgesi 8 Eylül 1982 tarihini taşıyor.

ANKARA - "İlçemiz dahilinde ve hatta ilçemize bağlı köylerinde Ermeni ve Ermeni vatandaşların bulunmadığı, yaptığım dahili ve harici gizli soruşturmamdan anlaşılmış olup, işbu rapor ileride tahkikata esas olmak üzere tanzimle tarafımdan imza ederim." Bu satırlardaki 'Ermeni' ifadesi 'Yahudi' olarak değiştirilse Hitler Almanyası'nda Holokost öncesi yapılmış bir istihbarat çalışması sanılabilirdi. Ancak Hitler Almanyası'nda değil, 25 yıl önce Türkiye'de, hem de vatandaşlık bağı ile ülkeye bağlı vergi veren, askerlik yapan Ermeniler için yapıldı. Yıl 1982... Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren'in liderliğinde gerçekleştirilen darbenin üzerinden iki yıl geçmiş. Parlamento ve hükümet feshedilmiş. Tüm yurtta sıkıyönetim uygulanıyor. Hapishaneler tıklım tıklım dolu. Resmi olmayan rakamlara göre 650 bin kişi gözaltına alınırken, 1 milyon 683 bin kişi de fişlenmiş. İşte tam bu dönemde Sıkıyönetim Komutanlığı aracılığı ile Emniyet Teşkilatı'na iletilen bir emir insanın kanını donduracak nitelikte. 'Ermeni asıllı vatandaşların tespit edilerek, gözaltında kontrol edilmesi' isteniyor. Radikal'in ele geçirdiği 8 Eylül 1982 tarihli belgeye göre il sıkıyönetim komutanlıkları aracılığı ile Emniyet Teşkilatı'na 'sorumluluk bölgesinde Ermeni asıllı (Ermeni) şahısların bulunup bulunmadığının tespiti ve tespit edildiği an gözaltında kontrol edilmesi için gerekli tahkikatın yapılması' emrediliyor.

Eski bir Emniyet mensubu anlatıyor Eski bir Emniyet mensubu kendilerine gelen genelgeyi Radikal'e şöyle anlattı: "Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından yazılı emir geldi. Sorumluluk bölgemiz içinde araştırma yaptık. Eşrafla konuştuk. Ermeni asıllı vatandaş olup olmadığını sorduk. Kim, hangi dilden anlıyorsa, onun anlayacağı dille konuşmak lazım. İşin sırrı bu. Zaten sıkıyönetim dönemi. Herkes korkuyor. Ermeniler 'bölücü' sayıldığı için eğer varsa kimse saklamaya cesaret edemezdi. Benim bölgemde Ermeni yoktu. Eğer olsaydı tespit ettikten sonra isimleri ve adreslerini Sıkıyönetim Komutanlığı'na bildirmemiz gerekecekti. Tabii bir de verilen emir gereği takip etmemiz." Ankara 78'liler Derneği Başkanı Ruşen Sünbüloğlu, vatandaşların 'sırf Ermeni oldukları için' fişlenmesini 'Faşist dönemin en büyük özelliği' olarak nitelendirdi. Sünbüloğlu, "Darbecilerin mantığına göre 'farklı' olan potansiyel düşmandır. Onun için fişlenmeleri ve takip edilmeleri gerekir. Yıllardır devletin elinde bulunan bu tür kayıtların imha edilmesi gerektiğini, bunun toplumsal barış ve huzur için hayati önem taşıdığını söylüyoruz" dedi.

devamı...

1 Ekim 2007 Pazartesi

Hrant davasında savcılardan deliller saklanıyor

Fethiye Çetin'le bu röportajı Neşe Düzel yapmış, röportaj 1 Ekim tarihinde Radikal'de yayınlandı. http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=234428

Hrant davasında savcılardan deliller saklanıyor

· Savcılar bilgilere ulaşamıyorlar. Delil gizleme çok önemli bir suçtur. Cinayetten sonra bütün görevlilere el çektirilmeliydi. Tüm kayıtlara, bilgilere el konulmalıydı. Zira deliller yok edildi
· Azmettirici Erhan Tuncel cinayetin ardından Trabzon Terörle Mücadele'ye çağırılıyor. 14 saat tutuluyor ve bırakılıyor. Telefonu inceleniyor. Polis, Tuncel'le 14 saat ne konuştu? Kaydı yok
· Siyasi irade kararlı olsa bu cinayet aydınlanır. Bu cinayet aydınlanırsa, Türkiye de aydınlanır. Çeteler ortaya çıkar. İşin üstüne başta hızla giden siyasi iktidar sonra geldi bir noktada durdu


NEDEN? Fethiye Çetin Yakın tarihin en önemli cinayetlerinden 'Hrant Dink cinayeti' davasının ikinci duruşması bugün yapılıyor. Dink'in avukatı Fethiye Çetin'e göre, dava baştan sona soru işaretiyle dolu. Sadece tetikçileri yakalanan cinayetin esas planlayıcılarına uzanılamıyor. Akbank'ın kamerasının cinayet sabahı yaptığı kayıtlar polise verildiği halde görüntüler ortada yok. Oysa görüntüler, Hrant Dink'i öldüren O.S.'ye o sabah orada kimlerin yardım ettiğini ortaya koyabilecekti. Ayrıca savcıların istediği belgeleri de polis ve jandarma ya eksik veriyor ya da hiç vermiyor. Cinayetten hemen sonra Trabzon Emniyeti'ne çağrılan 'cinayetin azmettiricisi' Erhan Tuncel'le polisin 14 saat ne konuştuğu da bilinmiyor. Sanki gizli bir el, cinayetle ilgili bütün önemli bilgilerin üstünü örtmeye çalışıyor. Fethiye Çetin, siyasi iradenin istemesi halinde cinayetin aydınlanabileceğini söylüyor. Ancak hükümet bir noktadan sonra daha ileri gitmekten vazgeçip durmuş gözüküyor. Hrant Dink cinayetiyle ilgili davanın dosyası tamamlandı ve ilk duruşma dört ay önce yapıldı. Davanın ikinci duruşması bugün yapılıyor. Peki ne bulundu bugüne kadar? Birkaç çocuktan başka? Başka bir şey bulunamadı. Davanın şu anda 8'i tutuklu, 19 sanığı var. Büyük Birlik Partisi'nden birkaç kişi dışında, sanıkların çoğu çocuk yaşta gençler. Hepsi de Trabzon'un Pelitli beldesinden yoksul ailelerin geçmişte suça bulaşmış işsiz güçsüz çocukları. Siyasi olarak Büyük Birlik Partisi'ne ve onun Alperenler Ocağı'na yakınlar. Mesela davanın bir numaralı sanığı Erhan Tuncel, Alperenler Ocağı'nda başkanlık yapmış. Davanın iki numaralı sanığı Yasin Hayal ocağın çaycılığını yapmış. Ve bir ara da ocakta kalmış. Ayrıca sanıklar arasında Büyük Birlik Partisi'nin merkez yürütme kurulu üyesi düzeyinde birkaç kişi var. Hem polise çalışan hem de cinayeti düzenleyen muhbirin arkasında kimlerin olduğu anlaşıldı mı? Davanın bir numaralı sanığı azmettirici 'büyük abi' Erhan Tuncel'i söylüyorsunuz. Hayır, onun ötesine gidilemedi. Bakın... Polisin ve jandarmanın iki görevi vardır. Birincisi, suçu önleyecek ve insanların mal ve can güvenliğini koruyacak. İkincisi, suç işlendiğinde suçu ve suçluyu ortaya çıkaracak. Hrant'ın cinayet dosyasına bakıyorsunuz, kolluk görevini yapmamış. Suçu önlememiş mi? Suçu önlememiş. Çünkü Hrant'ın öldürüleceğini önceden Emniyet de biliyor, jandarma da biliyor. Davanın iki numaralı sanığı Yasin Hayal'in eniştesi Coşkun İğici, Trabzon'da Jandarma istihbaratçılarına Hrant'ın öldürüleceğini bildiriyor. Zaten Pelitli, jandarma bölgesinde küçücük bir belde. Bütün hayat beldenin merkezinde geçiyor. Jandarma da orada, gençlerin mesajlaştıkları, birbirlerine silah gösterdikleri internet kafeler de orada. Zaten sanıkların hepsinin jandarmayla çok samimi ilişkisi var. Cinayeti azmettiren Erhan Tuncel ise Trabzon Emniyeti'nde kadrolu yardımcı istihbarat elemanı olarak çalışıyor. Polise cinayetin işleneceğini bildiriyor. Peki önceden verilen bu raporlara rağmen neden cinayetin önlenemediği ortaya çıktı mı? Niye önlenemediğini şuradan anlayın... Trabzon Emniyeti, cinayetin işleneceğini İstanbul Emniyeti'ne yazıyla bildiriyor. 'Yasin Hayal İstanbul'a gelecek, Hrant Dink'i öldürecek. Ümraniye'de abisinin çalıştığı fırında kalacak. Yasin bunu yapabilecek biri. Daha önce McDonald's'ı bombalayacağını söyledi ve yaptı' diye yazı gönderiyor. Hatta Trabzon İstihbarat Şube Müdürü yazıyla da yetinmeyip, İstanbul İstihbarat Şube Müdürü'nü telefonla arıyor. Ama hiçbir önlem alınmıyor. 'Fırın bulunamadı' diye uyduruk bir zabıt tutuluyor. Cinayetten sonra müfettişler gittiler, o fırını ve Yasin Hayal'in abisinin kayıtlarını buldular. Yasin Hayal'in Hrant Dink'i öldüreceği hem yazıyla hem telefonla bildirilmiş. Buna rağmen neden Hayal'in izlenmediği ve girişiminin önlenmediği aydınlatıldı mı? Aydınlatılmadı. Cinayetin işleneceği İstanbul'a 17 Şubat 2006'da bildirilmiş. Bir yıl sonra, 19 Ocak 2007'de Hrant öldürüldü. Ardından İstanbul'da cumhuriyet savcıları cinayet soruşturması başlattı. Savcılar bir süre sonra şunu fark ettiler. Meğer davanın bir ve iki numaralı sanıkları olan Erhan Tuncel'in 2006'dan itibaren, Yasin Hayal'in de 2005 Aralık'ından itibaren telefonları Trabzon Emniyeti tarafından, üstelik cinayet tarihine kadar dinlenmiş. Ama, dinlendikleri savcılara söylenmemiş. Ayrıca bu kişilerin fiziken izlendikleri de savcılardan gizlenmiş. Savcılar, Trabzon Emniyet Müdürlüğü'nden dinleme kayıtlarını istediler ama kayıtlar eksik gönderildi. Aranan ve arayan telefonların numaraları, arama tarih ve saatleri gönderilmedi. Sadece ses kayıtları geldi. Bu sesler kime ait belli değil. Cinayeti soruşturan savcılar devletin güvenlik birimlerinden bilgi alamıyorlar mı? Savcılar bilgilere ulaşamıyor. Savcılardan bilgi saklanıyor, deliller gizleniyor. Delil gizleme çok önemli bir suç. Delilleri kim gizliyor? Mesela verdiğim örneklerde bazı Trabzon Emniyet görevlileri gizliyor. Soruşturmayı yürüten savcılar, Telekomünikasyon Başkanlığı'na başvurunca şunu da öğrendiler mesela. Meğer Trabzon Emniyeti, davanın çok önemli tutuklu sanıklarından biri olan ve cinayeti önceden bilen Alperenler Ocağı'nın eski Trabzon başkanlarından Mustafa Öztürk'ü de dinlemiş ve fiziken takip etmiş. Bu kişinin bir BBP'liye telefonda, 'Bu işi onlara verdik. Yüzlerine gözlerine bulaştırdılar' dediği iddia ediliyor dosyada. Bütün bunlar, Trabzon Emniyeti'nde yapılan soruşturmayla ortaya çıktı. Takiplerde ne öğrenildiğini bilmiyoruz. Bu bilgiler savcılara verilmiyor. Bir şeyler gizleniyor. Belki ilişkiler gizleniyor. Cinayet sanıkları tutuklandıktan sonra da savcıya ifadeler verdiler. Bu ifadelerinde yeni bilgiler var mıydı? Tabii. Kurgulanan ilk senaryodan farklı şeyler ortaya çıktı. Önce 18 yaşından küçük olan tetikçi (O.S.) yakalandı. Bu iş onunla kapatılacakken, ifadesinde, kendisine bu görevi vereni ve silahı sağlayanın Yasin Hayal olduğunu açıkladı. Yasin Hayal ise bir adım daha öteye gitti, O.S.'den önce kendisinin de Hrant Dink'i öldürmesi için görevlendirildiğini, Erhan Tuncel'in kendisine bunun için para ve silah verdiğini açıkladı. Hayal daha sonra cezaevine savcıları çağırdı, yeni ifadeler de verdi. Ardından savcılara mektuplar gönderdi. Savcılara ne dedi? 'Sayın savcılar sitemkârım' diye başlıyor mektuba. 'Erhan Tuncel bizi azmettirdi. Bizi Emniyet'ten bir grup yönlendirdi. Devlet bizi kullandı. Bana idam istiyorsunuz. Ben devlete bilgi verdim. Biz devlet için bu işi yaptık. Biz niye içerideyiz? Oysa Erhan Tuncel, bana sürekli korkmayın devlet arkanızda demişti. Bizi kullandılar' diyor. Yine bir başka tutuklu sanık olan Erhan Tuncel'in ev arkadaşı da savcılara mektup gönderdi. O da lafı Emniyet ve jandarmanın işin içinde olduğuna getiriyordu. Bu davanın sanıkları devlet adına hareket ettiklerini düşünüyorlar. Devletin bu şaibeden kurtulması, kendini temize çıkarması lazım. Devlet, Hırant Dink cinayetini aydınlatmak zorunda.Yargılananların hepsi ifadelerinde devleti işaret ediyorlar. Mesela Yasin Hayal, 'Cezaevinden çıktım ve Trabzon Terörle Mücadele'ye nezaket ziyaretine gittim' diyor. Anlamadım. Niye polise gitmiş? Nezaket ziyaretine gitmiş. O sırada Yasin Hayal kim? Bombalama sanığı. 'İkinci gidişimde, Terörle Mücadele Şube Müdürü bana, 'Bu bayrak düştü. Ya Yasin kaldıracak, ya Erhan kaldıracak. Bu görev sizin' dedi. Aynı müdür Yasin'in babasına da benzer şeyleri söylemiş. Baba da ifadesinde, 'Korkma Yasin bundan sonra daha iyi yaşayacak. Kısa süre sonra inşallah çıkar, biz de raporlarımızı ona göre düzenleriz. Kendisi de kurtulur. Yasin gibiler bu bayrağı kaldıracak' demiş ve cep telefonundaki Muhsin Yazıcıoğlu'nun resmini göstermiş. Erhan Tuncel de bu söylenenleri, 'Evet böyle dendi' diye doğruluyor. Dosyada bunlar var. Cinayetten önce verilen istihbarat raporlarına rağmen önlem almayan görevlilere ne oldu? Hrant Dink'in öldürüleceğini bütün Pelitli 2005 yılının sonundan itibaren biliyor. Kahvelerde, internet kafelerde bu konuşuluyor. Bütün mahalleli biliyor. İlkokul çocukları bile biliyor. Emniyet ve jandarma istihbarat biliyor. Ama hiçbir önlem alınmıyor . Mesela Yasin Hayal, McDonald's bombalamasıyla ilgili 11 ay yattıktan sonra tutuksuz yargılanmak üzere 2005 sonunda cezaevinden çıkıyor. Cezaevinde koyu bir Ermeni düşmanı olmuş. Önce Hrant'ı kendisi vurmayı düşünüyor. Sonra izlendiğini öğreniyor, vazgeçiyor. Zeynel Abidin Yavuz diye gene tutuklu bir sanık var. Onu görevlendiriyor. Onunla ilgi bilgi de Emniyet'e gidiyor. Ondan da vazgeçiyorlar. Herhalde yaşının küçüklüğü göz önüne alınarak sonunda İstanbul'a Hrant'ı vuranı gönderiyorlar. Zaten sanıkların hemen hepsi telefonlarının dinlendiğini biliyor. Bunlara, telefonlarının dinlendiği bir şekilde bildiriliyor. Bir polisin ifadesinde bu da var. Hrant Dink'in öldürüleceğini bilmelerine rağmen önlem almayan görevlilere ne oldu peki? Biri Emniyet, ikisi jandarma, sadece üç istihbarat görevlisi hakkında soruşturma izni çıktı. Haklarında dava açılacak mı belli değil. Bakın... Cinayetten sonra Trabzon Emniyet Müdürü değişti. Yeni Emniyet Müdürü, Hrant'ın öldürüleceğini İstanbul'a hem yazı, hem telefonla bildiren İstihbarat Şube Müdürü'nü görevden aldı. Sizce bu cinayet soruşturmasının nasıl yapılması gerekiyordu? Sırf bu işle ilgilenecek özel savcılar görevlendirilmeliydi. Bugün cumhuriyet savcıları önemli işler yapıyorlar ama onların başka işleri, davaları da var. En önemlisi deliller karartılmamalıydı, gizlenmemeliydi, kaybolmamalıydı. Devletin kolluk güçleri savcılara yardımcı olmalıydı. Bütün deliller ortaya çıkarılmalıydı. Jandarmanın Hrant'ın öldürüleceğiyle ilgili, Yasin Hayal'in İstanbul'da cinayet hazırlıklarıyla ilgili o kadar çok bilgisi var ki... Hrant"ın eviyle işyeri arasında keşif yapmışlar, krokiler çıkarmışlar, Jandarma bunu raporuna yazmış. Cinayetle ilgili bu kadar çok bilgisi var ama Trabzon Jandarma İl Komutanı, cinayetten sonra yapılan soruşturmada, 'Ben kayıtları inceledim. Bize gelen bir bilgi yok" diyor. Aslında... Evet... Cinayetten sonra bütün görevlilere el çektirilmeliydi ve bütün bilgilere, kayıtlara el konulmalıydı. Çünkü deliller yok edildi. Şimdi biz bu delilleri ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Bakın... Bu davanın bir numaralı sanığı Erhan Tuncel, cinayet işlendikten hemen sonra Trabzon Terörle Mücadele'ye çağırılıyor ve 14 saat tutuluyor. Cep telefonu inceleniyor. O sırada Tuncel artık istihbarat elemanı değil. Görevine çok önce son verilmiş. Kendisine diğer sanıkların ifadeleri gösteriliyor ve serbest bırakılıyor. Tuncel'le cinayetten hemen sonra 14 saat ne görüşüldü, bilinmiyor. Bununla ilgili hiçbir kayıt yok. Kendisine Yasin Hayal'in ifadesi niye gösteriliyor? Hrant Dink'in cinayetiyle ilgili bütün sanıkların ortaya çıktığından emin misiniz? Hayır. Dünya kadar delil yok edildi, kayboldu. Çok önemli ipuçları yakalanamıyor. Cinayetin MOBESE kayıtlarından sanıkların takip kayıtlarına kadar bir sürü şey kayboldu. Ama biz gene de ilişkiler nereye kadar gidiyor, bunun delillerini bulmaya çalışacağız. Delilleri gizlemekten ötürü yargılanan devlet görevlisi var mı? Henüz yok. Bunların mutlaka cinayet davasının içinde yargılanmaları gerekiyor. Bakın... Cinayet gününe ait kamera kayıtları çok önemli. Ama cinayetin aydınlatılmasında çok önemli olan Akbank'ın MOBESE kamerasının sabahla öğlen arasındaki kayıtları yok. Soruşturma gizli olduğu için biz kayıtların olmadığını belli bir aşamada öğrendik. Akbank kayıtları İstanbul Emniyeti'ne vermiş. Savcı kayıtları istedi ama kayıtlar ortada yok. Oysa bunlar çok önemli. İstanbul'u bilmeyen 17 yaşındaki çocuk belinde silah, cebinde mermilerle tek başına gelecek ve cinayet işleyecek. Biz bu cinayetin tek kişi tarafından işlenmediğini, birkaç kez gelinip krokiler çizildiğini, planlar yapıldığını düşünüyoruz. Bütün cinayetler böyle işlenir zaten. Bu ilişkileri görmek açısından kayıtlar çok önemli . Devlet isteseydi sizce bu cinayeti önleyebilir miydi? Elbette. Siyasi iktidar bu cinayetin önlenmesi için gerekli işlemleri yaptı mı sizce? O zamanki içişleri bakanının görevlerini eksiksiz yerine getirdiğine inanıyor musunuz? Hayır. Siyasi iktidar ilk başta gerçekten büyük bir hızla bu işin üzerine gitti ve tetikçi hemen yakalandı. Bu önemliydi. Siyasi iktidarın kararlılığı sayesinde tetikçinin en yakın çevresi de hemen yakalandı. Bu da önemliydi. Ama sonra siyasi iktidar durdu. Eğer siyasi iktidar irade gösterseydi, soruşturma yürürdü. Şu anda da geç kalınmış değil. Siyasi irade gerçekten kararlılık gösterse bu cinayet aydınlanır. Bu cinayet aydınlanırsa, Türkiye de aydınlanır. Cinayetin en önemli adamı olarak gözüken ve bir numaralı sanığı olan Erhan Tuncel'in polis muhbiri olması size ne düşündürüyor? Yasin Hayal'i McDonald's'ı bombalamaya da o göndermiş. Erhan Tuncel o sırada polis muhbiri değil. Bombalamadan sonra polis Erhan Tuncel'in evine geliyor ve Yasin'in kanlı pantolonunu buluyor. Erhan Tuncel'i bu suçun dışında tutmak kaydıyla onu muhbir yapıyor. Suç delili kanlı pantolon da gizleniyor. Suça bulaşmış bir adamı gizleyerek muhbir yapıyorlar. Yasin Hayal'e gelince... Bombalama davasından tutuksuz yargılanıyor hâlâ. Kendisini o dönemde 11 ay boyunca cezaevinde ziyarete gelenler gizleniyor. Ve, cezaevinden çıktıktan sonra keser sapıyla bir rahibi 40 gün komada yatacak kadar dövüyor. Bu dava sürüyor mu? Açılmıyor ki. Olay soruşturulmuyor. Oysa herkes bu olayı biliyor. Bakın... Erhan'ı polis muhbiri yapan istihbaratçı polis M.Z. cinayetten sonra Erhan'ı telefonla arıyor ve "Gebermişse gebermiş. Ben bunu sorgulamıyorum. Kim gitti gebertti, onu söyle..." diyor. Dinlendiği bilen Erhan da "bizimkiler değildir. Bizimkilerse, size getiririm" deyince, "Ulan oğlum getirmenin ne gereği var. Sadece bana kim olduğunu söyle" diyor. Erhan, "Yapanın eline,koluna sağlık deyince, M.Z. "Orası öyle...Ama hani yapan kaçmayacaktı. Bu kaçmış" diyor. Düşünün bu bir polis. Cinayetin planlandığını biliyor ama farkları sorguluyor. Erhan Tuncel, mahkemede, 'Ben Hrant Dink'in işyerinin önünde ensesinden vurulacağını bile bildirdim emniyete' dedi. O hem cinayeti planlıyor, hem bildiriyor hem de bu muhbirlik parası alıyor. O.S.'nin üzerinden bir telefon kartı çıktı. Bu kartla ilgili gerekli araştırmalar yapıldı mı? O da apayrı bir sorun. Otobüsteki bazı tanıkların ifadelerine göre cinayetten sonra Samsun'a kaçarken, yolda cep telefonuyla konuşmuş ama üzerinden ne telefon ne de kart çıktı. Sizce bu cinayetin üstü de birkaç kişi cezalandırılarak örtülecek mi? Geçmişte siyasi cinayetlerin çoğu faili meçhul kaldı. Son dönemde tetikçileri yakalama yöntemi seçildi. Bu tetikçiler 18 yaşın altında oluyorlar ve teslim ediliyorlar. Hrant Dink cinayetinin diğerlerinden farkı, sadece tetikçi değil yakın çevresi de ortaya çıktı. Ama asıl failler ortaya çıkmadı. Biz cinayetin üstünün örtülmemesi için elimizden geleni yapacağız. Eğer bu cinayetin de üstü örtülürse, Türkiye devletin ve toplumun içini oyan, kendisini çürüten bu çetelerden bir daha kurtulamaz. Bu dava Türkiye'nin çetelerden kurtulması için bir şanstır. Bu, siyasi iktidar için de bir şanstır. Eğer siyasi iktidar Türkiye'nin demokratikleşmesi konusunda samimiyse bu cinayetin aydınlatılması için irade göstermeli. Cinayetin üstüne başta hızlı giden hükümet niye sonra durdu? Bu dava nelere feda edildi bilmiyoruz. Sanki bir şeylere feda edildi gibi... Bu kadar yeter dendi ve cinayetin aydınlatılmasında bir yerde, bir noktada duruldu.

devamı...

30 Eylül 2007 Pazar

Hrant Dink'i duruşmasından önce düşünürken...

Yarın Hrant Dink'in duruşması var. Yine onu düşünürken ölümünden sonra okuduğum ve en çok etkilendiğim bir yazıyı buraya koymak istedim.


Suya sabuna dokunmamak
Ayça Şen

Hrant Dink'i kaybettiğimiz gün tesadüfen Ankara'dan en son Ermeni Konferansı için gelen annemin arkadaşı Ülkü teyze gelmiş, İnsan Hakları Vakfı'nın işkenceye karşı başlatacakları yeni kampanyaları için çalışmalarını anlatıyordu. Öğlenine Hrant Dink'i kaybettiğimiz acı haberi geldi, Ülkü teyze akşama Ankara'ya dönme planını erteledi. Allak bullak olmuştu. Muhtemelen bu kampanya için onunla da görüşecekti çünkü Hrant Dink de bütün insanlığın haklarını savunanlardandı. Çalıştığım radyo Ntv binasında; oraya gittim; herkes sus pus olmuştu. Bütün binada sadece haber spikerinin sesi çınlıyordu. Ebru'nun (Çapa) yüzü gülmüyordu, gözşeri şişti. Bütün ağır başlı, neşeli, celalli, çeşitli enteller kıpkırmızı olmuş televizyona bakıyorlardı. Ama çıt çıkmıyordu. Hepsi bir şekilde şahsen tanıyorlardı Dink'i. Olmadığını hissettiğin andı. Olsan n'olur, olmasan n'olurdu. Pek çoğu bunu hissediyordu besbelli. İş işten geçmişti. Suçlular gene aynı suçlulardı; aynı sahneler yıllarca hep aynı şekilde, benzer faillerce yapılmıştı. Delikanlılıkları delikızlıkları o dönemlere gelen savaşçılar artık yılmış, konuşmaya halleri kalmamıştı. Bir tek televizyonun sesi vardı. Tıpkı büyük depremde olduğu gibi. Hepimiz 2007 depremine bakıyorduk. Bu kez ölen bir tek kişiydi. Aynı akşam annemin bir başka sol duyulu arkadaşı bize geldi. Korktum. Hrant Dink'le ilgili beni ve benim gibi cahilleri sorguya çekecek diye korktum. Ama bu gece ılımlıydı. Onu Helsinki İnsan Hakları Derneği'nde tanımış. Son derece ciddi bir ifade ile "çok zarif bir adamdı" dedi. Bütün hafta evde Hrant Dink ismi anıldı. Memo da onun ismini andı. Televizyonda, gazetelerin altında yatarken onu gördü, biz de saklamadık, bazı gerçeklikler vardır, saklamak suçtur çünkü; ara ara dizlerine vuran annemi görüp "Hrant Dink'i kötü adamlar mı öldürdü" deyip durdu. "Cehalet öldürdü" dedi annem. "O ne demek" dedi. Dönüp beni gösterecekler diye çok korktum. Çok fena üstüme alınmıştım. Sanki bu cinayette parmağım varmış gibi bir histi bu. Hrant Dink'le, Ermeni meselesiyle ilgili bilgilerim kulaktan dolmadan ibaretti. Herkes utanç duydu bu hafta. Memleket utanıyordu. Benim utancım Milli bir utanç değil de, bütün bu olup bitenler başka bir yerde yaşanıyormuş gibi şimdiye kadar yaşadığım hayattaydı. Bu da hepsinden beter bir histi. Dün gece Memo ateşlendi. 39'a çıktı. Benim yazı işi gecikti. Bu sabah kahvaltı masasında oturmuş sessizce yazımı yazmaya başlayacakken annem "Hrant Dink'le ilgili mi yazıyorsun" dedi. "Ben ne anlarım abi" dedim. "Memo hastalandı, bir de vergi iade zarfları işkencesinden bahsetmeyi düşünüyorum" dedim, son derece küçümser bir ifade ile "suya sabuna bu kadar dokunmamak, pisliktir evladım" dedi. Bu kadar. Diyecek lafım yok. Utanıyorum. Bir de bu sabah Memo iştahsız olduğu için "anne hatırı, baba hatırı" diyerek iki lokma fazla yedi. Cenazeyle aynı güne denk geldiği için televizyondan duyup "bunu da Hrant Dink'in hatırı için yiyorum" deyip anlatılamayacak tüy dikelmelerine sebep oldu. Hepimizin başı sağolsun. Çocuklarımız bilinçli olsun. Benim gibi, bu yazıyı üstüne alınanlar gibi veya Trabzon'da şu anda çocukları için yanan ana babalar gibi olmasın. Bundan sonra bütün gazeteleri okuyacağım. Bundan sonra bissürü kitap okuyacağım. Bundan sonra acıdan korunmak için bilgiden kaçmayacağım. Çünkü insan böyleyken çok daha geniş çaplı üzüntü yaşıyormuş. Harbiden yaşıyormuş.

devamı...

16 Eylül 2007 Pazar

İsmail Türüt ve Türk Ceza Kanunu

İsmail Türüt Der Ki...

Plan yapmayın plan gitmez Karadeniz’de / Kahpelik yalan dolan tutmaz Karadeniz’de / Ne Conisi ne Rusu pusu kurmasın pusu / Bölücülük borusu da ötmez Karadeniz’de / Bırakın çan çalmayı Ermenici olmayı/ Millet böyle dolmayı yutmaz Karadeniz’de / Ogün böyle desinler bugün böyle desinler / Fatihalar Yasinler bitmez Karadeniz’de / Şerefini şanını ortaya koy canını / Hiçkimse vatanını satmaz Karadeniz’de / Vatan satsa bir kişi anında biter işi / Türk ve İslam güneşi batmaz Karadeniz’de / Bizde varken bu duruş emiceniz olsa Bush / Alayınız beş kuruş etmez Karadeniz’de / Anladık var gocunuz belli kuyruk acınız / Kargaşaya gücünüz yetmez Karadeniz’de.

Türk Ceza Kanunu Der Ki...

Madde 216 -
(1) Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.(2) Halkın bir kesimini, sosyal sınıf, ırk, din, mezhep, cinsiyet veya bölge farklılığına dayanarak alenen aşağılayan kişi, altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.(765 sayılı TCK. m. 312/2-3, 175)

devamı...