Bugün içinde yaşadığımız toplumun sorunlarını anlayabilmek ve bu sorunların kökenlerini kavrayabilmek için yakın Türkiye tarihi okuması fikriyle yola çıktık.

Düşüncelerimizi ve eylemlerimizi şekillendiren hakim anlatıları sorgulamak istiyoruz. Bu anlatılar hakkında farkındalık kazanmak ve böylece kendimize yeni bir ifade alanı yaratmak için tartışıyoruz, okuyoruz ve biraradayız.

Bizler hem kendi coğrafyamızda hem de dünyada varolan adaletsizliklere karşı sorumluluk duyuyor ve yaşamlarımızı bu bilinçle şekillendirmeye çalışıyoruz. Bu çabamızı paylaşmak ve bizimle benzer kaygıları olan insanlarla birarada olmak istiyoruz.

10 Ağustos 2007 Cuma

Çetin Altan'la Röportaj

42 yıl önce Türkiye’nin ilk bağımsız sosyalist milletvekili olan Çetin Altan’la geçmişten geleceğe Türkiye ve dünya meseleleri; susuzluk-laiklik, savaşlar-kadınlar, köylüler-kentliler, Amerika-Rusya, Mustafa Kemal ve Atatürk ilkeleri...
Yasemin Arpa


İSTANBUL - Yazar Çetin Altan, 22 Ekim 1965’te Türkiye’nin ilk ‘bağımsız sosyalist’ milletvekili olarak TİP listesinden TBMM’ye girdi. İstanbul ‘bağımsız’ milletvekiliydi, ancak kısa süre sonra ‘söz hakkı’nı kullanabilmek için TİP’e katıldı ve TBMM kürsüsünden yaptığı her konuşma ‘olay’ oldu, ülkeyi sarstı. TBMM’de dört zor yıl geçirdi ama, konuşmalarıyla tarihe geçti. Hemen her konuşmasında linç edilmesine ramak kaldı. Bu serüveni daha sonra “Ben Milletvekili İken” kitabında anlatan Altan’la röportaj için, kendisinden 42 yıl sonra Meclis’e ‘bağımsız sosyalist’ milletvekili olarak Ufuk Uras’ın girmesini fırsat bildik. Altan’a, milletvekili olduğu dönemi sık sık anımsatarak bugüne ilişkin değerlendirme yapmasını istediğimde, “Kuyunun içinden kuyu gözükmez. Sen kuyunun içinden kuyuyu anlattırmaya çalışıyorsun bana. 100 sene sonra ‘dangalak’ damgası yemekten korkmayan insanlar politikacı olurlar. Korkanlar da yazıya layık olmaya çalışırlar” dedi. Çetin Altan’la 42 yıl öncesinden bugüne, geçmişten geleceğe yolculuk başlıyor...

POLİTİKA VAR MI DOĞADA?

Yazılarınızda sık sık “Enseyi karartmayın” diyorsunuz ama biz hala su-elektrik kesintileri, anayasa tartışmaları arasında sıkışıp kalıyoruz. Politika, sorunları çözmekte neden anahtar olamıyor?
Ulus devletler değişmez mi diye düşünüyorsunuz yeryüzünde!.. Yalnız benim ömrüm içinde Almanya’nın üç defa bayrağı değişti. Politika var mı doğada? Soru bu! İnsanlara ait olan bir özellik; yerküre ve kara parçalarını anlaşmalarla sınırlayıp 5 kıtayı 200 devlete bölmüşler. Ve bunları yöneten kişiler politikacı sayılıyor.

Türkiye’de sorun politikanın değişime direnmesinden mi kaynaklanıyor?
‘Çağdaşlık’ diye bir sorun var. 21. yüzyılda değil miyiz? Şimdi oturduğumuz yerden cep telefonuyla dünyanın en uzaktaki bir okyanus adasına dahi bir resim gönderebiliyor muyuz? Ses de gönderebiliyoruz. E, nasıl oldu bu! Politikacılar sayesinde mi oldu, soru bu.

Politikacılar da kaynakların tahsisini sağlarlar, araştırmaları desteklerler veya desteklemezler.
Türkiye’nin bütçesini bilen kişiye rastladınız mı siz hiç?

Sadece Meclis’in ve bürokratların ilgilendiği teknik bir konu olarak bakılıyor...
Niye? O zaman vatandaşlık yapay bir etiket gibi kalıyor. Parlamentoda “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” denmiyor mu? Hakimiyet kayıtsız şartsız milletinse bütçeyi bilmeyecek mi egemenin kendisi? Para nereden geliyor, nereye gidiyor; bunu bilemeyince hiç bir şeyi bilemez insanlar.


“TÜRK OLMASA TARİHE YAZILACAK NE VARDI!”

Şeffaf olmamaktan mı kaynaklanıyor, yurttaş olamamaktan mı?
Gazetelerin manşetleri bunları saptar. Kimse bakmıyor bundan 70 sene önceki gazetelerin manşetlerine. Kıyaslamak lazım, 70 seneki önceki gazete manşetleriyle bugunün gazete manşetlerini kıyaslamak gerekiyor. İkincisi, belirli bir ezberi var Türkiye’nin. Bu insanların beynini buzlandırmak için yapılmışa benzer bir ezber. Mesela, ilkokullarda 1945 senesinde okutulan bir manzume vardı: Türk’ün güneşleriyle dünya ufka ağardı / Türk olmasa tarihe
yazılacak ne vardı? / Yelelerinden tutup tarih denen aslanı / Diyelim hep beraber sahibi Türk’ü tanı. Bu doğru muydu, yanlış mıydı?

Bu imparatorluktan gelen bir söylem değil mi? Hamaset...
Hamaset nedir, başkalarını öldürüp topnraklarını almak mı? Nedir hamaset; hamasetin de tarifini yapmak lazım. Ölmek ve öldürülmek mi; o zaman Irak çok hamaset içinde şu sıralarda. Mesela mesleksizlik diye bir şey mi var Türkiye’de; işsizlik mi var? Mesleği var da mı iş bulamıyor, yoksa mesleği yok da mı iş bulamıyor?


HERKES DÜŞMAN MI? BİZ KİME DÜŞMANIZ?

Mesleksizlik var ama beyin göçü de var...
Bu küreselleşmenin bir süreci. Turistler de buraya geliyor değil mi, övünüyoruz turistlerle. 75 sene evvel Gorbaçov gelmişti buraya konferans vermek için, o konferanstan hiç kimse bahsetmedi nedense. Siz bir yandan büyük bir ordu besliyorsunuz, turist bekliyorsunuz. O adamlar buraya gelecekler itibar görecekler, plajlarda, lüks otellerde... Bu şekilde gelmek varken neden topla tüfekle gelsinler ki! O zaman ne gereği var ki bu kadar savunma harcaması
yapmanın. Herkes düşmanımız mı bizim, biz kimseye düşman mıyız; bir de o taraftan bakmak lazım. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” deniyor. Bir de bakıyorsun ki, Birleşmiş Milletler ve Dünya Bankası istatisliklerine göre yolsuzlukların, soygunların, kirli ülkelerin başında geliyor Türkiye. Yaşam kalitesi açısından değerlendirince de 173 ülke arasında 93. sırada. Yunanistan 25. basamakta. Neden böyle oldu, bunu kimse konuşmuyor. Türkiye yaşam kalitesi açısından neden bu kadar geriye düştü? Önce bütçeye bakmak gerekir. Adalet Bakanlığı binde 9 pay alıyor bütçeden; 3 bin mahkeme binası eksiği var. İsviçre’deki bir hakimin yılda baktığı dosya sayısı ne kadar, Türkiye’de bir hakimin baktığı dosya sayısı ne kadar? Bunları kıyaslamak gerekir. Mesela Cevat Fehmi iyi bir piyes yazarıydı. Tiyatrolarından telif hakkı olarak ne kazandı, aynı dönemin Fransa’daki yazarı ne kazandı? Bu şekilde çağdaşlaşmaya merdiven kurulur. Onlar-biz ayrımıyla, güneş gezegeni dışında ayrı bir gezegende gibi. Onlar-biz ayrımı yapıyorsak iyi o zaman niye elektriği Edison koydu evin içine, ortalık aydınlandı. Benim çocukluğumda elektrik yoktu Göztepe’de. Havagazı vardı, fenerciler havagazlı fenerlerini yakarlardı. İdare lambaları dururdu gece tuvalete kalkanlar için.
Türkiye’de üç temel dürtü güvencede değil
Üç temel dürtü; uyumak, karın doyurmak ve cinselliktir. Bu üç dürtü güvence altında değilse beyinsel radar çalışmaz. Çöp tenekesinden karnını doyurmak için bayat ekmek parçası toplayan adama sen Vivaldi’nin hayatını anlatamazsın...

İSTANBUL -
Elektrik kesintileri yeniden başlayacak... Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, susuzlukla ilgili açıklamasında “Allahın afet göndereceğini bilmiyorduk” diyor.
Peki nasıl oluyor bu? Herkes o kadar nutuk söyledi. Bütçeyi bilmiyoruz da ondan. Niye merak etmiyor insanlar? Türkiye’de merak dürtüsü çok zayıf. Çünkü bütün memeli hayvanların doğanın yapısından kökenlenen üç temel güdüsü vardır. Bunlar; uyumak, karın doyurmak ve cinselliktir. O yüzden de insanın bir barınağa ihtiyacı vardır, uyumak için. Bunun piyasası bitmez, ister gecekondu, ister yedi yıldızlı oteller. Kavga orada çıkıyor zaten. Bu üç tane temel dürtü güvence altında değilse beyinsel radar çalışmaz. Çöp tenekesinden karnını doyurmak için bayat ekmek parçası toplayan adama sen Vivaldi’nin hayatını anlatamazsın. Ya da Türkiye’de bütçenin neden bu kadar dengesiz dağıtıldığını... Doğadan gelme bu üç temel dürtü Türkiye’de güvence altında değil. Ve bu hiç bir zaman da gündeme gelmiş bir konu değil.


NİŞANTAŞI İLE BİTLİS’İN KÖYÜNÜN FARKI YÜZDE 1700

Biz 16 milyon aileyiz. 16 milyon ailenin barınma sorunu hangi eşitsizlikler içindedir? Tamam, bizde kutsal hale getirilmiştir, bir Anayasa maddesi olarak, “Vatanı ve milletiyle bölünmez bütünlüğü”. “Devletin bölünmez bütünlüğü” dediğin zaman, merkezi otoritenin denetiminin her yerde geçerli olması anlamına gelmez. Bir de ekonomik açıdan Nişantaşı ile Bitlis’in köyünü
de kıyaslamak gerekir. Yüzde bin 700 fark var arada. “Yüzde 300 fark olduğu zaman arada toplumsal olaylar başlar” der bilim adamları. Bu kavramlar Türkiye’nin konuşmaları içinde değil. Çünkü politikanın rantı çok büyük Türkiye’de. Herkes politikacı olmak istiyor. İstediğine gitmekte özgür de olsa, gönlü kızını kimin almasını ister? Kaymakam yardımcısının mı, aşçının mı, elektrik teknisyeninin mi? Buradan belli oluyor zaten. Makam sahipleri önemli, meslek sahipleri de önemsiz Türkiye’de.

Politika yapmanın çok kolay olmadığını sizin “Ben Milletvekili İken ” kitabınızı okuyanlar bilir. Sosyalist bir milletvekili olarak başınıza gelmedik kalmamış...
Hayır, şimdi sosyalizm bir politika mıdır, değil midir buna bakmak lazım. Sosyalizm nedir? Bugün mesela sosyalizm her dakika değişir. Değişmeyen tek şey, değişimdir. Enerji kaynakları değiştikçe bütün kavramların boyutları başka bir tarafa doğru genişler. Mesela daha evvel iki büyük hatası oldu 20. yüzyılın: Birincisi; Leninizm’i komünizm zannetti. Leninizm, komünizm değildi. İki; ekonomiyi yerel politikacının iradesine bağlı bir mekanizma zannetti. Ama enerji
kaynakları değişti. Hidrojen gazı arabaları yakında çıkacak piyasaya. Bu kadar hızlı değişim içinde otuurduğunuz evden Japonya’daki maçı izliyorsunuz.


DİREKLERİNİ YÜKSELTİNCE BAYRAKLAR GÖZÜKMEZ

Değişim, politikalara da yansıdı mı peki? 42 yıl sonra baktığınızda politikada neler değişti?
Milletvekili olmamın nedeni, yazılarımı rahat yazmak içindi. Çünkü yazarlıkla politikacılık yan yana düşmez. Politikada laflar yüz sene sonra hiç bir anlam taşımaz. Şimdi 2. Mahmut’un türbesine giden kimse var mı? Rantı yok. Herkes Mustafa Kemal’in Anıtkabiri’ne gidiyor.

Sizden 40 sene sonra Meclis’e bağımsız sosyalist bir aday daha girdi; Ufuk Uras. Kendi döneminizle karşılaştırdığınızda yapılması ve söylenmesi gerekenler değişti mi sizce?
Hayır efendim, ben oradan bakmam. 100 sene sonra ikimize de belki başkaları bakar. Yazıyı yapan adamla politika aynı yere gelmez. Dostoyevski, 1. Nicola zamanında idama götürülüyordu. Dostoyevski duruyor! Sanattan bakmaya başladığın zaman, insanlığın ortak
bahçesine bir karanfil atmak demektir. Sanat, bütün insanlığın bahçesidir. Bayrakların direklerini
yükseltince bayraklar gözükmez. İnsanlığın ortak bahçesine attığın şairlerin, ressamların,
müzisyenlerin, heykelcilerin, bilim adamlarıyla gözükür bayraklar dünyada; Transatlantiklerle
okyanusları dolaşmaya başladığın zaman... Kendi kendimizi avutmak isterken 21. yüzyılın da çok gerisinde kalmaya başladık.


EFENDİMİZ OLDU MU KÖYLÜ?

“Bugün Türkiye Atatürk’ün yoğurduğu mayadan çok uzaklaşmış” diyorsunuz 1961 tarihli bir yazınızda. Hangi doğrulardan uzaklaşıldığını düşünüyorsunuz?
Mesela, “Köylü efendimizdir”... Doğrusu bugün tekrar ortaya çıkıyor. Bu doğru Mustafa Kemal döneminde de ne kadar uygulandı, buna bakmak lazım. Mustafa Kemal’in sözlerinin doğru olması, aynı doğruların uygulanmış olduğu anlamına da gelmez. Mustafa Kemal de bir
politikacı alt tarafı, öyle değil mi? Söylediği sözler içinde doğrular var. Her politikacının söylediği sözler içinde doğrular var ama uygulanıyor mu, uygulanmıyor mu, asıl sorun bu. Yani şimdi, “Köylü efendimizdir” sözü hiç uygulandı mı Türkiye’de? Efendimiz oldu mu köylü?
Sultan Mecit zamanından beri Teşvikiye diye bir yer var İstanbul’da, teşvik ediyor. Avrupa’nın tüketim biçimini taklit etmek istiyoruz biz. Yoksa Japonya da 1826’da çağdaşlaşma dönemine geçti ama o üretimi taklit etti. Tüketim biçimini de kendi gelenekleri içinde bıraktı. Burası tüketim biçimini taklit etmek istedi.
Atatürk’ü de, Hz. Muhammed’i de sevmek gerek
Hz. Muhammed de, Mustafa Kemal de tabu. İkisini sevmek gerekiyor değil mi? Peki kim karar verecek? Birisi cami parfümlü politika, öbürü de kışla parfümlü politika. Peki az seviyorsun diye tutturursa birisi, nasıl ispat edeceksin?

İSTANBUL -
Bugün yeryüzünde 4 milyar fakir var. Fakir olduğu için müzik dinleyemeyen tek adam kaldı mı yeryüzünde? Kalkıp ta Beethoven’i, Çaykovski’yi dinlemez, değil mi? Demek ki olanak genişledikçe kalite düşüyor. Araba olduğu zaman trafik sorunu doğuyor. Türkiye kalkınıyoraslında ama gelişmiyor. Gelişme kalkınmadan önce gelir çünkü. Dış dinamiklerle oluyor bu iş. Ve Türkiye aslında bu kalkınrmanın getirdiği çalkantıların tepsisini yaratamıyor. 15 milyon kişi İstanbul’a göç ediyor, buranın kadastrosu yok. Çünkü politikanın rantı çok büyük. Çünkü toprakların kadastrosu yok Türkiye’de.

DEVLETİN TARİFİNİ YAPAN ADAMA RASTLAMADIM

“Devlet, millet el ele” diye nutuk söyleyen siyasetçilerimiz var değil mi; peki o zaman devletin
tarifini yapmak gerekmez mi? Hakimiyet kayıtsız şartsız milletinse, devlet nereden çıktı diye sormaz mı insanlar? Türkiye’de daha devletin tarifini yapan adama rastlamadım. Bu kavramları nete getirmedikçe, bütün o konuşmalar çöp çorbasına dönüşüyor. Merkez sağ, merkez sol, tarifini yapmak gerekir bunların yahu. Bunlar kamu hukuku doktrini alanına girer. Bu da benim alanımdı; ben fakültede hoca olarak kalsaydım... Hukukun kavramları evrensel bir tanımlama içinde somutlaşır. Meslek nedir?


PİCASSO’NUN İMZASI DAHA FAZLA GÖZÜKÜR

Siz AKP’yi merkez sağda görüyor musunuz, son seçimlerde...
Ben Türkiye’de hiç bir şeyi görmem. Ben dünyadan bakarım. Dünyadan bakınca Türkiye nerede görünüyorsa...

Peki dünyadan bakınca nasıl görünüyor, sağ, sol, merkez?
Picasso’nun imzası daha fazla gözükür.

Bu soruları, yanıt alamayacağımı bilerek soruyorum...
Çünkü kuyunun içinden kuyu gözükmez. Sen kuyunun içinden kuyuyu anlattırmaya çalışıyorsun bana. 100 sene sonra “dangalak” damgası yemekten korkmayan insanlar politikacı olurlar. Korkanlar da yazıya layık olmaya çalışırlar. Aradaki fark budur.


MUSTAFA KEMAL POLİTİKACI, BİLİM ADAMI DEĞİL Kİ

“Atatürk’ün yoğurduğu mayadan uzaklaşmak” sözünüzden gelirsek, Cumhuriyet’in kuruluş ilkelerinden uzaklaşıldığına ilişkin kaygılar ve son anayasa değişikliği tartışmalarına nasıl bakıyorsunuz?
Saçma sapan diye bakıyorum buna. Çünkü Mustafa Kemal politikacı, bilim adamı değil ki! Ne demek yani Atatürk’ün ilke ve inkılapları! Tarifini yapmak gerekir değil mi! Yani altyapı, ekonomik yapı değiştirilmeden, hazineden geçinmek... Benim bütün ailem bürokrattı, hazineden geçinmeli bizim ailemiz. Hazineden geçinmeliler, kılık değiştiği zaman, köylü ağırlıklı olmak değişmediği zaman, Medeni Yasa’yı İsviçre’den, Ceza Yasası’nı Mussolini’nin ceza yasasından, Ticaret Hukuku’nu Almanya’dan aldığımız zaman... Böyle karman çorman, Avrupa’nın yasalarını aldığımız zaman -Latin alfabesini de kabul etsek-... Bir tarımsal toplum olmaktan endüstri toplumuna geçmeden, gerekli yatırımlar yapılmadan, çağdaşlığa merdiven dayanabilir mi; sorun budur aslında.


ATATÜRK’Ü DE, HZ. MUHAMMED’İ DE SEVMEK GEREKİYOR

Peki Anayasa’dan Atatürk ilkelerini çıkarmak bunu sağlayacak olan bir şey midir?
Hayır, Anayasa, hukuk yerel olmaz. 2 kere 2, Londra’da 3,5, Pekin’de de 7,5 mu ediyor? Hukuk da bir bilimdir yani! Bana göre hukuk, size göre hukuk olur mu?

Su sorununu dua ile çözmeye çalışan anlayış ile anayasayı sivilleştirmek isteyen kafa yapısının aynı olduğunu düşündüğümüzde, sivil anayasayı gerçek anlamda ileri bir adım olarak görmemize olanak var mı sizce?
Hayır, olanak yok. Çünkü bunu ha dua ile çözmüşsün, ha Atatürk ilke ve inkılapları diye otuz defa söylemişsin. Fakat şunu yapamıyorsun: Hz. Muhammed de, Mustafa Kemal de tabu. Şimdi bu ikisini sevmek gerekiyor değil mi? Peki kim karar verecek ne kadar sevdiğine bunları? Birisi cami parfümlü politika, öbürü de kışla parfümlü politika. Vatanı, milleti sevmek gerekmiyor mu? Peki az seviyorsun diye tutturursa birisi, nasıl ispat edeceksin? Şimdi mesela, Alman Cumhurbaşkanı’na gazeteciler sormuşlardı, “Sen devleti sevmiyor musun?” diye, “Yok”
dedi “Ben karımı severim, elimin dokunmadığı şeyi sevmem ben”.
Rusya bizden önce AB üyesi olacak!
Ben size söyliyeyim; ileride hatırlarsınız; Rusya, Türkiye’den daha önce Avrupa Birliği üyesi olacaktır. Gene hatırlarsınız beni; çok gençsiniz; Siz benim yaşıma yaklaştığınız vakit, Amerika Birleşik Devletleri başkanını gazete ilanıyla arayacak.

İSTANBUL -
Politikacı karar verince milyonlarca hayat cacık mı oluyor birader? Bu dönem aşılıyor 21. yüzyılda. AB üyeleri iki dünya savaşından geçti ve 20 milyon insan öldü. Niye şimdi aynı bayrak ve aynı parada buluşmaya başladılar? Ben size söyliyeyim; ileride hatırlarsınız; Rusya, Türkiye’den daha önce Avrupa Birliği üyesi olacaktır.

TÜRKİYE’NİN DEĞİŞİMCİ KURUMU TÜSİAD’DIR

Evrensel vatandaşlığa gidiyor yeryüzü. Bugün sizin sol dediğiniz şey, politikanın ötesine geçip,
evrenselliğin değerlendirilmesinde ortaya çıkıyor. Değişimci olan kurumu Türkiye’nin TÜSİAD’dır mesela.


ABD BAŞKANINI GAZETE İLANIYLA ARAYACAK

Hala daha öyle eski klişelerle ‘işçi sınıfı’ falan... Nüfusun 3’te 1’inin fabrika işçisi olması gerekir ki ‘işçi sınıfı’ndan söz edilebilsin. O dönem de aşıldı artık, çünkü işçi sınıfına ihtiyaç yok. 20 milyona çıktı işsiz sayısı. Kol gücüyle çalışma dönemi bitti. Eşşek semercisi var mı şimdi? Nalbant var mı? Bazı meslekler bitti. Postacılık bitti mesela. Daha pek çok meslek bitecek. Politika da bitiyor aslında. Gene hatırlarsınız beni; çok gençsiniz; Siz benim yaşıma yaklaştığınız vakit, Amerika Birleşik Devletleri başkanını gazete ilanıyla arayacak. Bu işin rantı
bitiyor, son çırpınma bu.


PARAYI DENİZ SUYUNDAN SU YAPMAYA YATIRACAKLAR

Amerikan İmparotorluğu’ndan, Büyük Ortadoğu Projesi’nden söz ediliyor. Türkiye ABD ile AB arasında nasıl bir denge içinde yer alacak? Gelecekte Türkiye fotoğrafını nereye yakın görünüyorsunuz?
Hayır hayatım, Türkiye fotoğrafı falan yok. Yeryüzünün bir fotoğrafı var. Üçte ikisi de okyanus, su. Üçte ikisi su olan bir dünyada kuraklık oluyor. Böyle saçma şey mi olur Allah aşkına. (Uzun uzun gülüyor) Şimdi bu piyasayı hazırlamak demek; çok pahalı çünkü, deniz
suyundan arıtılmış su yapmak... Birdenbire herkesin canına tak diyecek. Herkes bütün parayı denizlerden su arıtma sistemine yatıracak.


BİLL GATES KİME SATACAK BİLGİSAYARLARI?

Nükleer enerji meselesine gelince... Mesela Rahmi Koç söyledi: “Nükleer enerji santrallerini 20 senedir gizli bir el engelliyor” diye. Petrolcüler bunlar tabii canım! Silahçılar... Düşünebiliyor musuz! 400 milyar dolar gidiyor bir yılda silaha. Kolayından vazgeçerler mi adamlar! Peki Bill Gates kime satacak bilgisayarları? Niye İkinci Dünya Savaşı’nda 60 milyon insan öldürüldü de şimdi neden tek bayrak ve Euro altında buluşmaya başladılar? Çünkü bir adamı öldürdüğü zaman, bir müşteriyi öldürüyorsun. Bunu politikacı idare etmiyor! Amerikayı, Rusya’yı boşver
şimdi sen! Deniz ulaşımındaki ortaklıkları düşünebiliyor musun? Bundan senelerce evvel Fransızlar bana Japonya’daki Amerikan sermayesini sormuşlardı. “Şeytan bile bilmez” dedim. Sermayenin bayrağı yoktur. Ve bu sermaye işçi sınıfını sömüren bir sermaye değil. Tam tersi, 4 milyar insanı zengin etmek zorunda olan bir sermaye ki, artan üretimini satsın. Peki niye 4
milyar fakir insan var? Çünkü başındaki devlet denen politikacılar silah alıyor, kendi egemenliklerini sürdürmek için. Bu konular Türkiye’nin gündeminin çok dışında.


ABD SADECE BUSH’DAN İBARET DEĞİL

Silah satma konusuna gelmişken, Amerika Irak’a...
Amerika diye bir yer yoktur; Amerika 50 devlet. 350 milyon... Politikadan ibaret değil Amerika. Düşünün ki kaç tane üniversitesi var!.. ABD sadece Bush’dan ibaret değil. Sadece politika açısından baktığın zaman değerlendiremezsin o ülkeyi. Bir de gidip Harvard’dan, MIT’den bakmak lazım. Colombia Üniversitesi’nin kütüphanesinden bakmak lazım.

Sizin 1996 yılındaki bir yazınızdan alıntı yapmak istiyorum: “Kendi halkını ezme pahasına en büyük silah alıcılarından biri olan Saddam, Irak halkının daha çok gelişmesini hedefleyen yeni dünya düzenini emperyalizmle suçlamaya yöneldi” demişsiniz. ABD, Irak’a özgürlük getirmek iddiasıyla gitti ama sonuç ortada.
Şimdi Irak diye bir yer var mıydı bir kere? 200 devlet var yeryüzünde, ee, aslında var mı bunlar? Siyasi coğrafyaya inanma sen, işte söylediğim küreselleşme bu. Baştaki adamlar, Şiilerle Sunniler kavga etmiyor mu? Canlı bombalar patlatmıyorlar mı? E patlatsınlar, nereye kadar patlatacaklar! Sonunda bir şey olacak, ne olacak onu merak ediyorum.


EN GÜZEL KİM KİMİ ÖLDÜRÜR?

Dışardan bir gücün, okyanus ötesinden gelip, “Biz size demokrasi getiriyoruz” diyerek...
Hayatım, bu güçler her zaman gelecektir. Kendi silahçısına da bir ‘merhaba’ demek lazım. En güzel kim kimi öldürür, değil mi? Niye Fransa’nın üzerinden gitmiyor? Niye Japonya’nın üzerinden gitmiyor? Peki Almanya nasıl oldu da gelişti? Duvarla üstelik ikiye bölünmüş bir ülke!.. Nasıl oldu bu ve niye Irak olmuyor, biraz da buradan bakmak lazım. Bir dahaki
sene gazete manşetleri böyle mi çıkacak? Peki Türkiye AB’ye girdiği zaman düşün ki, Paris ne kadar senin kentinse, İstanbul da Fransa’nın kenti olacak. Fena bir şey mi bu?
Atatürk bilim adamı değil, ne bilsin laikliği!
Yoksul adam laik olmaz. Bunu Mustafa Kemal’in bilmesi mümkün değildi. Çünkü sınıfsal açıdan bakma meselesi Türkiye’nin bilinci içinde billurlaşmamış. Zenginleşince sen “laik olma” desen de laik olur, merak etme.

İSTANBUL -
Eşit koşullarda üye olamıyoruz ama...Eşit koşullarda üye olabilmemiz için kadın olması lazım burada. En büyük yalnızlık şiirleri Türkedebiyatındadır. Hadi sana bir tanesini okuyayım: Yıllar var ki bir kılıcım kapalı kında / yalnızlık dört yanımda dört duvar gibi / bu duvarın dış tarafında / varlığına inandığım biri var gibi / Kulaklarım komşularım ayak sesinde / Varsın bir yudum su verenim bulunmasın son nefesimde / Bana biri eğilip su yok desin de. Dünya edebiyatında bu kadar korkunçbir yalnızlık şiiri, benim bildiğim yoktur.
Kadınla erkeği birbirinden bu kadar ayrı tutan şey din, değil mi?
Hayır değil.


BİZ PALDIR KÜLTÜR VE BOYUTSUZ KONUŞUYORUZ

Savaşlar mı?
Hayır değil; kentli olamamak. Kentlinin tarifini yapmak lazım. Bak hep tarife geliyor mesele. Biz
paldır küldür ve boyutsuz konuşuyoruz. Çünkü Türkçe 22. dilidir yeryüzünün. İsveçce değildir mesela, çok az adam konuşur. İngilizce bir numaradır. Bunları merak etmiyoruz biz. Böyle bir Türk var, herkesi yenen!.. Öyle değil bu. Doğayla el sıkışamazsın sonunda. Doğada palavra yoktur. Susuzluk gelir bindirir, deprem gelir bindirir. Palavrayla yürümez. Onun için bilimsellik ve tanımlama yaparsan, soyut kavram da somutlaşmaya başlar. Bugün yeryüzünün küreselleşmesi... Burjuva enternasyonalizme geçiyor; Çünkü bir tek köye benzeyen -4 milyar fakiriyle- yeryüzünün bir tek büyük kent olmasına dönük bir noktadan geçiyor.


YOKSUL ADAM LAİK OLMAZ, MUSTAFA KEMAL BUNU BİLEMEZDİ

Kentlerde yaşayan nüfus artmasına karşın, hâlâ kadınların örtünüp örtünmemesi siyasetçilerin problemi olmaya devam ediyor.
Yoksul adam laik olmaz. Bunu Mustafa Kemal’in bilmesi mümkün değildi. Çünkü sınıfsal açıdan bakma meselesi Türkiye’nin bilinci içinde billurlaşmamış. Şimdi şuradaki cafelerden birine gitsek, bir kadınla erkek bira içiyordur şu saatte; değil mi? Peki paran yoksa
kızmaz mısın ona? Sen de gençsin, canın çekiyor... Onlar kefere (kafirler), onlar cehenneme gidecek... Sense öldükten sonra, ibadetini yapıp hocayı da dinlersen, huri kızları ile kevser şarabı içinde sonsuz yaşayacaksın. Aynı şeyi söylüyor yine, ama öldükten sonra yaşayacaksın.

Ekonomisi geliştiği halde, hayatındaki tutuculuk devam ediyor...
Kolay iş mi bu? İbrikle taharetlenen insanın, klozete bir anda oturması? Bizim evde de yadırganmıştı. Sen de kazara Iğdır’ın bir köyünde doğsaydın da, ben seni kazara dansa götürseydim İstanbul’da, bakalım ne yapardın! Hı, bir vals oynar mıydın benimle!..


ZENGİNLEŞİNCE SEN “LAİK OLMA” DESEN DE LAİK OLUR

Töre cinayetine kurban giderdik harhalde.
O kadar kolay değil o işler, bir kuşakta olmaz. Bu bir emirle olmaz da, o yüzden böyle saçmalıklar oluyor. “Ben istersem herkes laik olur” dediğin zaman, adamın parası yok. Üstelik bir de görüyor ki, daha iyi yaşayanlar da var. “O cehenneme gidecek, ben cennete” avuntusu içinde o. Sen onu zenginleştir. Zenginleşince sen “laik olma” desen de laik olur, merak etme. Suudi Arabistan’ın başındaki zenginler nerelerde nasıl fink atarlar biliyor musun? Onların ki sahtekarlık, o başka bir şey. Yeryüzü sahtekarlığı değişmez. Şeffaflığa göre değişir. Türkiye’de şeffaflık ne kadar azsa, o kadar füzyona girecektir. Burası ne onların korktuğu gibi asimile olur ne de böyle bir entegrasyona girer, böyle devam ederse. Ama füzyon diye de bir şey var.
21. yüzyılın çarkları arasında bir bakarsın senin kardeşin bir İtalyan’la evlenmiş... İngilizler,
Hollandalılar geliyor; dünyanın en güzel yerleri! Bizimkiler de gidip oralarda ev alıyorlar. Yeryüzü artık hepimizin, bunu anlamamız lazım. Anlamamız ve hak etmek gerekir.


HİÇBİR ALMAN “BEN ALMANIM, PROTESTANIM” DEMEZ

Paraların da nereye gittiği konusunu şeffaflaştırmak lazım. Şimdiye kadar alınan borçların nereye gittiğini... Parlamentoyu yazan hiç kimseye rastlıyor musun? Şifahi olmaz bu işler. Belge bırakmak lazım. O kadar Paris’e gidip geliyor insanlar, hiç Paris’i yazan kimseye rastlıyor musun? İstanbul’u yazan bu kadar Fransız var, sen niye Paris’i yazmıyorsun? Sorun budur evladım. Çağdaş olmanın bir ortaklığı vardır yeryüzünde yahu! Ben Türk’üm, değilim.. Bir de insanın kimliği olur. O kimlik doğuştan etiketlenmez. Hiç bir Alman kalkıp da “Ben Almanım, Protestanım” demez. “Diş doktoruyum, inşaat mühendisiyim” der. Hangi yaşam formasyonuyla hayatını kazandığının kartvizitini koyar önüne. Biz ne diyoruz; Türk’üm, Müslümanım. Bu bir şey üretmiyor ki! Çabamızla elde etmemişiz. Halbuki adam şu kadar sene o formasyondan geçmiş. Hiç kimse kalkıp açık deniz kaptanlarıyla röportaj yapmıyor bizde; bak her tarafımız su. Sor bakalım, bir anket yapalım, İstanbul’un içinden deniz geçiyor; İskele-sancak ne demek? Ondan sonra emperyalistler bizi engelledi, demek, içi boş sözlerdir. Emperyalizm, sömürü demek değildir.


UZAYA HERHALDE İŞÇİ SINIFININ KOL GÜCÜYLE GİDİLMEDİ

Emperyalizm, engellemek demektir. Birikim döneminin, yani enerji kaynaklarının cılız olduğu dönemlerde, kendi malını satmak için seni engelliyor. Uzaya herhalde işçi sınıfının kol gücüyle gidilmedi. Ama birikim arttığı zaman, büyük sermaye, insanların zengin edilmesini istiyor ki, daha çok mal satsın. Kim engelliyor bunu, silahçılar engelliyor. Tabii silahçılara da bir “merhaba” demek lazım; 250 bin adam çalışıyor orada. Bush’u da onlar destekledi. En güzel
kim kimi öldürür: Araplar, Iraklılar! Niye öldürmesinler; biraz silahçılar da para kazansın, diye
bakmak gerekir. Niye kendi kendilerini öldürüyorlar? Allah Allah, öldürmesinler! Amerika istiyor diye insan birbirini öldürür mü? Aptal olmak lazım bana sorarsan. Neyin kavgasını yapıyor bunlar: Yönetim kavgasının, başka hiç bir şeyin değil. Yahu aşıldı bu dönem birader! Üretim saltanatı daha güzel değil mi?


TÜRKLER BENİ 7 SENE BASMADILAR CANIM

İlk yazı yazmaya başladığınız günden bugüne yazı yazma alanındaki özgürlüğünüzün ne kadar genişlediğini düşünüyorsunuz?
Türkiye’de?..

Evet.
Türkiye’de hiç bir zaman değişmedi. Türkler beni 7sene basmadılar canım; Güney Amerika basıyordu beni, ben de Fransa’da oturuyordum. Türkiye’ye güvenerekten yazı falan... Telif hakkı falan yoktur. Ben aslında tiyatro yazarıyım. Kendimden bahsettirme bana. Burada kimse yazarını falan tanımaz. Hüseyin Rahmi’yi bilen var mı burada!..

Kaleminizi engelleyen...
Sansüre göre yazı yazılmaz, yazıya layık olmak için yazılır. Benim karizmam olmasa bile özenim yetmelidir. Yoksa ben kendi halkıma karşı da, insanlara karşı da dolandırıcı olurum. Aynı düzeyde olmayabilirsin, ama özenin olmalıdır. Çünkü sevdiğin işi yapmaktan aldığın
zevk, ondan kazandığın parayı harcarken alacağın zevkten büyükse, yaşamış sayılırsın. Almanya ve İngiltere Dünya Savaşı’nda iken, Beethoven dinlemiyor muydu İngilizler? Ve Shakespeare’i yok muydu Berlin’de? Bunun dışında niye kalır ki insanlar; kadın olmazsa kalır! Geceleyin bir ses böler uykumu / içim ürpermeyle dolar nerdesin?

Kadın milletvekilleri...
50 tane kadın milletvekili mi olur evladım? Bunun parlamentosunun daha anayasası sivilleşmemiş. Daha anayasa tartışması yapılıyor 2007 yılında.


TÜRKÇEYİ ÖĞRENİN, ÖZELLİKLE DE YAZMASINI

Meclis kürsüsüne çıksanız, bugün Türkiye’nin hangi önemli gerçeğini haykırmak istersiniz?
Türkçe’yi öğrenin, özellikle yazmasını. Kendi adını bile yazmasını bilemeyen insanlara ne diyeyim!..


Hiç yorum yok: