Bugün içinde yaşadığımız toplumun sorunlarını anlayabilmek ve bu sorunların kökenlerini kavrayabilmek için yakın Türkiye tarihi okuması fikriyle yola çıktık.

Düşüncelerimizi ve eylemlerimizi şekillendiren hakim anlatıları sorgulamak istiyoruz. Bu anlatılar hakkında farkındalık kazanmak ve böylece kendimize yeni bir ifade alanı yaratmak için tartışıyoruz, okuyoruz ve biraradayız.

Bizler hem kendi coğrafyamızda hem de dünyada varolan adaletsizliklere karşı sorumluluk duyuyor ve yaşamlarımızı bu bilinçle şekillendirmeye çalışıyoruz. Bu çabamızı paylaşmak ve bizimle benzer kaygıları olan insanlarla birarada olmak istiyoruz.

15 Eylül 2007 Cumartesi

12 Eylül Haftasında...

Vitrinde Yaşamak:
1980'lerin Kültürel İklimi'nden Bölümler

Nurdan Gürbilek

Devlet İktidarı ve Neo-liberal iktidar
“80’ler bir yandan çerçevesini baskının, yasağın, devlet şiddetinin çizdiği bir dönemdi. Bir yandan da, bu toplumun daha az tanışık olduğu bir başka iktidar biçiminin, ilk bakışta kendini bir kurumsuzluk olarak sunan, yasaklayıcı değil oluşturucu, kışkırtıcı, içerici bir iktidarın etkili olduğu yıllardı…Bu iki strateji 80’ler boyunca hiçbir zaman birbirinin yerini almadı; hep birbirini çağıran, etkili olabilmek için birbirine ihtiyaç duyan, meşruluklarını birbirine borçlu biçimler olmayı sürdürdüler…İlkinin bastırdığını ikincisi kışkırttı, dönüştürüp içermeye çalıştı. İkincisinin kışkırttığını ilki bastırmaya çalıştı. İki strateji, iki iktidar olma biçimi, iki farklı söylem –devletin yasaklayıcı söylemiyle daha modern, özgürleştirici vaatlerle dolu, daha sivil söylem- 1980’lerde adeta çakışmıştı.” ( s.13)


Vitrin, Reklam, Neo-liberal ortam, sokaklar
“80 sonrasında Türkiye’yi bir sis kapladı; birçok şey görünmez oldu. Sisin örttüğü insanlardı, ilişkilerdi, nesnelerdi. Sis dağıldığında, her şeyin net birer görüntü haline geldiğini fark ettik. Bakılanla kurulan ilişki aslen bir seyir ilişkisine, sözün kendisi bir vitrine dönüştü. Birçok şeyin gösterildiği için ve görüldüğü kadarıyla varolduğu, sergilendiği için ve seyredildiği kadarıyla değer kazandığı bir toplum çıktı ortaya. Epeydir vitrinde yaşıyoruz.” (s.29)

“Dünyayla ilişkimizin aslen bir seyretme ilişkisine dönüşmesinde, Türkiye’de yeni gelişen reklamcılığın önemli etkisi oldu. Çünkü bir malı tanıtmak, o malın özelliklerini tanıtmaktan çok, onunla ilgili bir imaj kurmayı, bir görüntüyü gerçek kılmayı beraberinde getiriyor… Reklamcılık yeni bir dünya yaratmadı; yalnızca patronları da “özgürleştirdi.” Bir de seyirlik toplumun sınırlarını genişletti; basını, televizyonu ve billboard’larıyla heryeri bir vitrine dönüştürdü.” (s.35)

“II. Dünya Savaşı’ndan bu yana Batı’da gelişen birçok altkültür, daha çok simgesel bir muhalefet olarak gelişti. Punklar, Dazlaklar, ya da onlardan önce etkili olan birçok başka muhalif grup, kendilerini aykırı bir görüntü, meydan okuyan bir üslup, varolan düzene ters gelebilecek simgelerden oluşmuş bir kolaj, bir gösteri olarak ortaya koydu. Çoğunlukla da işçi ve göçmen mahallelerinde ortaya çıkan bu gruplar, kendilerini varolan düzenle çatışan bir görüntüye dönüştürmeye, bedenlerini temsili bir biçmde “dekore etmeye” çalıştılar. Efendi’nin dilini simgesel bir biçimde bozdular, varolan kültürün simgelerini çalarak aykırı anlamlar kazandırmayı denediler. Tıpkı minibüsünü “maşallah”larla, dantel işi süslerle, teknolojnin ya da cinselliğin yerine geçen simge ya da nesnelerle dekore edilmiş tuhaf ve aykırı bir mekana dönüştüren minibüs şoförü gibi onlar da her şeyi seyirlik bir nesneye dönüştüren bir toplumda gözü rahatsız eden bir vitrin haline getirmeye çalıştılar kendilerini, yaşadıkları yerleri. Modern tüketim toplumu, sınırsız bir gösterge imparatoluğuyla birlikte kurulmuştu; onlar bu imparatorluğu, Umberto Eco’nun deyişiyle “semiyotik bir gerilla savaşı”yla içerden çökertmeye çalıştılar.” (s.37)

“Vitrinler, hep bir bolluğa işaret eder. Ama bu bolluğu mümkün kılan, onu var eden, onun için harcanan, o sırada tükenen yer almaz vitrinde. Vitrin, teşhir ettiği malın bir emek ürünü olduğunu gizler bakan kişiden. Nasıl piyasa farklı emek biçimlerini eşitler ve malları soyut bir değişim değerine indirgerse, toplum virtrine dönüştüğünde de bütün yaşantılar, yitirilen fırsatlar ve sarfedilen emek bir imajdan ibaret kalır.…Türkiye’de vitrinler hiç bu kadar zengin, insanların alım güçleri hiç bu kadar düşük olmamıştı. Şunu biliyoruz: “görüntü bir imaja dönüşecek kadar birikmiş sermayedir.” Bunu biliyor olmak, bakışlarımızı vitrinin dışındaki bir hayata çevirebilecek mi?” (s.38-39)


Cinsellik, Adlandırılmak,
Sözün değişimi: “sözün bastırılması” ve “söz patlaması”

“Haftalık dergiler, 1980’lere damgasını vuran söz siyasetinin oluşmasında önemli bir rol oynadı. Cinselliklerin sınıflandırılmasında öncülüğü onlar üstlendi. Haftalık dergilerin çoğu kapak konusu ya da dosyasında şu fark edilebilir: Adlandırma ve imaj, haberden ya da hikayeden önce gelir. Önce ad konur, imaj tasarlanır; sonra artık tanıdık kılınan hayat hikayeleri bu sözel ya da görsel adlandırmanın içine yerleştirilir.” (s.47)

“özgürlüklerin en çok kısıtlandığı dönemdi 80’ler, ama insanlar kendilerini belki de ilk kez bu kadar serbest hissedebildiler; kurumların dışında olmanın serbestliğini, tüketme özgürlüğünü, kendilerini bu dünyaya teslim etmenin hazzını tattılar. Teni ve iştahı keşfettiler, ama cinsellik denen bölge de ilk kez bu kadar çok konuşulan, bu kadar çok kışkırtılan, bu kadar yakından kuşatılmış bir alana dönüştü.” (s.15)

Dil, söylem, 70’ler soluna 80’lerden bakış
"80’lerin egemen söyleminde “emek” ve “sömürü” kavramları gözden düşmekle kalmadı, tümüyle bir yananlamdan, bir çağrışımdan, bir ideolojik yükten ibaret kaldı; yok edilmek ya da bir an önce unutulmak istenen bir solculuğu, onunla özdeşleştirilen bir bönlüğü ya da iktidarı simgeler oldu. Bu süreç o kadar büyük bir hızla yaşandı ki, kısa bir süre içinde yokluğu, yoksulluğu dile getiren kavramlar bir zamanlar hatırlattıkları durumlardan tümüyle farklı anlamlar kazanabildi; ilkelliğin, demodeliğin ya da çağdışı olduğu varsayılan bir iktidar talebinin, hemen unutulmak istenen bir deneyimin, bir olumsuzluk olarak 80 öncesinin kodlarından ibaret kaldı. Dahası, hakikat arayışının kendisi bönlükle özdeşleştirildi. O zaman da dilin keyfileşme, hayalileşme süreci tamamlanmış oldu: emek, eşittir iktidar. Sömürü, eşittir ilkellik.” (s.26)

Devlet, Şiddet
"1980’lerin ilk yarısında Türkiye’de çıkan gazetelere göz attığımızda bir şeyi farkedeceğiz: 12 Eylül’ün hemen ardından darbeyi meşrulaştırmayı amaçlayan “anarşi ve terör” haberleri dışında, kamuyu ilgilendiren pek bir şey olmuyor gibidir. Örneğin, Hürriyet gazetesinin hemen hemen tamamı, aile cinayetlerine ayrılmıştır. Karısını öldüren kocalar, çocuklarını öldüren anneler, kardeş cinayetleri … bütün bu görüntülerde, o sırada yaşanan baskının, günlük hayatın sıradan bir olgusu haline gelmiş devlet şiddetinin işaretlerini bulmak imkansızdır. Tam da devletin tekeli haline geldiği bir durumda, şiddet, sanki özel hayatın bir olgusuymuş gibi ayrışır; ancak aile içi bir olay olarak anlamlandırılabilir, özel nedenler dışında bir nedeni yokmuş gibidir.” (s.53)

Hiç yorum yok: